Reyes, gözlerinde tuhaf bir öfke pırıltısıyla yolumu kesti.
Yumuşak, tehditkâr bir sesle “Ne yapıyorsun, HollandalI?” diye
sordu.
Garrett bir adım atmış, sonra yine durmuştu. Önce bana, sonra
sokağın ilerisine bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştı.
Onun merakını da, Reyes’m öfkesini de o an için yok say maya
karar verdim. “Hâlâ hayatta mısın?”
Reyes gözümü korkutmak istercesine bir adım ilerledi; be deninden dalga dalga sıcaklık yayılıyordu. “Maalesef. Ne ya pıyorsun?”
“Charley, ne oluyor?” diye sordu Garrett endişeyle.
Reyes’m açıklaması içimi rahatlatmıştı. Reyes her an
ölebilirdi ve ben bunun için endişeleniyordum. Daha rahat ne fes
almaya çalıştım, ama Reyes’m elle tutulur öfkesi bunu
zorlaştırıyordu. Onun hayatta olduğunu tahmin etmeliydim. Aksi
halde bu kadar öfkeli olmazdı. Öldükten sonra onun be denini
bulmamın ne faydası vardı? Bunu düşünmek bile göğ sümün
sıkışmasına sebep oldu.
Endişem yüzümden okunuyor olmalıydı ki, Garrett bana doğru
eğildi. “Charley, ne oluyor?”
Reyes önce ona, sonra bana baktı. “O şeye söyle, sesini
kessin.”
Bu resmen kabalıktı. Bu çocuklar pek anlaşamıyorlar dı. Reyes
sebepsiz yere Garrett’ı kıskanmaya başlamıştı. Garrett’la
aramızda hiçbir şey yoktu. “O şey değil, Reyes” di yerek onu
resmen münakaşaya davet ettim. “Eyaletteki en iyi yer bulucu ve
seni bulmama yardım edecek.” Ona meydan okumuştum, ama
parkta okulun yaramaz çocuğunu kavgaya davet eden üçüncü
sınıftaki bir çocuktan farksızdım. Salın cakların orada. Saat üçte.
Reyes, Garrett’a bakıp onu tek bir bakışta değerlendirir ken ve
sonra dikkatini bana verirken yüzüne yavaş yavaş bir tebessüm
yayıldı. “Omurgası nasıl?”