“Gerçekten, kalkmalısın.”
Dişlerimi sıktım ve bütün enerjimi dünyada kalmak için
kullandım. Işığa... gitmemem... lazım.
“Beni dinliyor musun?”
Özel eşyalarımı karıştırmakla meşgul olan Cookie’nin sesi
boğuktu. Öldürme içgüdülerim devreye girip onu yere mıh lamadığı için çok şanslıydı. Onu orası burası çürükler içinde bir
kadına dönüştürmediği için de. Istırapla inleyen bir kadına.
Arada bir can çekişen.
“Charley, Tanrı aşkına!”
Karanlık birden beni bir kıyafet gibi sarıp sarmaladı ve
yüzüme vurdu. Bunu kesinlikle hak etmiyordum. Uykulu bir
sesle, “Asıl sana Tanrı aşkına” derken başımın üzerinde git gide
büyüyen giysi yığınıyla boğuştum. “Ne yapıyorsun?”
“Seni giydiriyorum.”
“Zaten yeterince giyiniğim. En azından saat...” komodinimin
üzerinde parlayan rakamlara baktım, “sabahın ikisinde olmak
istediğim kadar. Saat gerçekten iki mi?”
“Gerçekten iki.” Üzerime bir şey daha fırlattı, iyi nişan
alamadığından, komodinimin üzerindeki lamba yere uçtu, abajur
ayaklarımın dibine indi. “Giy şunu.”
“Abajuru mu?”
Ama gitmişti. Bu tuhaftı. Cookie kapıdan çıkıp gittiğinde
arkasında
tekinsiz
bir
sessizlik
bırakmıştı.
Bu,
insanın
gözkapaklarım ağırlaştıran, nefesini düzene sokup derinleştiren
türden bir sessizlikti.
“Charley!”
Cookie ciyaklayınca yerimden sıçradım, az kalsın yataktan
düşecektim. Aman be, Cookie’nin amma güçlü ciğerleri vardı.
Karşıdaki dairesinden bağırmıştı.
Ben de, “Ölüleri uyandıracaksın!” diye bağırdım. Sabahın
ikisinde ölülerle başa çıkmakta pek başarılı sayılmazdım. Kim
başarılıydı ki?