“Bu bilgiyi hastaneye kapatılmadan önce mi, sonra mı almak
istersiniz, efendim?”
Neil dudaklarını düşünceli düşünceli büzdü. Kararını vermiş
gibi “Önce” dedi, “kesinlikle önce.”
“isimleri hemen öğreneceğim.”
Bu kavramı Cookie’ye de öğreteceğime içimden yemin ede rek,
“Hemen
deyişine
bayılıyorum”
dedim.
“Demek
ziyaretçilerin
onaylanması gerekiyor?”
“Evet.” Neil yine masasının arkasına oturdu. “Mahkûm onu
ziyaret etmesini istediği herkesin adını vermek zorunda; sonra o
kişi bir başvuru formu doldurmalı, o da onaylanmak üzere devlete
teslim edilmeli. Ancak ondan sonra ziyarete gelebilir. Şimdi, bu
doğaüstü olayına dönelim” dedi, gözlerinde gizemli bir parıltıyla.
“Tamam.”
“Sen psişik misin? Farrow’un yaralandığını o yüzden mi
biliyorsun?”
Hep “ps” harfleriyle başlayan kelimeler kullanıyordu. “Hayır.
Tam olarak öyle sayılmaz. Senin kastettiğin anlamda de ğil.
Geleceği önceden göremem, sana geçmişi anlatamam.” Neil bana
şüpheyle baktığında, “Cidden” dedim, “geçen haftayı bile zar zor
hatırlıyorum. Geçmiş sis gibi, hatta daha da bulanık.” “Tamam, o
zaman doğaüstü derken neyi kastediyorsun?” Yine ona gerçeği
söylemeyi düşündüm, ama bunu yapmaktan hemen vazgeçtim.
Onu kaybetmek istemiyordum, ama ona yalan söylemek de
istemiyordum. Adam on yıldan uzun bir süredir mahkûmlarla
çalışmıştı. Onu kandırmak zordu.
Halısının üzerindeki benekli deseni incelerken ne diyece ğimi
bulmaya çalıştım. Birine bir şeyin ne kadarını anlatacağım, ne
kadarını anlatmayacağım konusundaki tereddüdümden nefret
ediyordum. Birine gerçeği söylemenin kötü yanı, o kişinin
hayatının geriye dönülmez bir biçimde değişmesiydi. Çoğu insan
zaten söylediklerimin tek kelimesine bile inan