“Ha.” Bu sabahın üçünde Albuquerque’nin sokaklarını ar şınlarken -tavşanlı terliklerle yürümek, yalınayak yürümek ten
pek farklı değildiCookie’ye, mütevazı yuvasında ölü bir çocuk
olduğunu söylediğimi tamamen unutmuştum. Dili mi tutmayı
öğrenmem gerekiyordu. Etrafı çabucak taradım. Cookie’nin
dairesi siyah ile Meksika’nın parlak renklerinin bir birleşimiydi.
Benim dairem onunkiyle aynı ebat ve şekilde olsa da, daha ziyade
insanların garaj satışlarından alman ve üniversite günlerimden
kalma ıvır zıvırm bir araya toplanmış haliydi. “Hayır, onu
görmüyorum.”
“Evin geri kalanına bakabilir misin?”
“Tabii.”
Suçluluğun içimi kemirdiği beş dakikalık bir arayıştan sonra
—cidden, ona hiç söylememeliydim— gelip Cookie’nin kapısında
durduk. Görünürde ölü çocuk yoktu.
“Tamam, sana bir sorum var” diyerek Cookie’nin dikkati ni
kendime çektim. “Sen Şeytanın can çekişen oğlu olsan, be denini
nereye saklardın?”
Cookie bana anlayışla baktı. “Adam senden saklandığına göre,
senin bakmayı hiç akıl edemeyeceğin bir yere, cancağı zım.”
“Alınma ama” dedim hayal kırıklığıyla, “bu pek faydalı olmadı.”
“Biliyorum. Bu doğaüstü meselelerde berbatım. Ama fena
tavuk kızartırım.”
“Ah, iyi. iyi tavukların kızarması hiç hoşuma gitmez.”
“Noel’de benim olabilir mi?” diye sordu.
“Reyes mı?”
Cookie hülyalı hülyalı iç çekerek, “Hayır, öteki” dedi.
Onun Garrett’tan bahsettiğini fark edince, “Iyy” dedim.
Tamam, adam seksiydi falan, ama yine de. “Iyy.”
“Sen aramızdaki şeyi kıskandığın için öyle diyorsun.”
Son derece gürültülü bir kahkaha attıktan sonra, “Ara nızdaki
şeyi biraz konuşmanız gerekecek” dedim.