Tan Yeri I. Yaz Sayısı | Page 47

43 tersi geçerlidir. Sosyolog Edgar Morin’in Komünist Partisinden çıkarken sarf ettiği şu söz ancak Avrupa hümanizmasının bu köklü geleneğinin mirâsı içinde anlaşılabilir: “Dostum! Marxizm iktisadı, toplumsal sınıfları inceledi, bu harika bir şey dostum! Ama insânı incelemeyi unuttu!” Evet, Marxizm insânı incelemeyi unutmuştu ama kutsallaştırdığı insânı incelemek konusunda zafiyet gösteren tek ideoloji Marxizm değildi. İnsânın saygınlığı (de dignitate hominis) için ortaya atılan ideolojilerin “beşeriyeti” incelememesi ve onu kutsal görerek “esfel-i safilin”e götürmesi son derece ironik değil mi? 19.y.y. hümanizması kabullensek de kabullenmesek de ülkemizde de aks-i sâdâ buldu. İnsân kutsaldı ve ondan başka hiçbir şey kutsal olamazdı. O zaman dinin ve dolayısıyla tanrının kutsallığı rafa kaldırılmıştı, insânları ne şekilde olursa olsun kâfirmü’min şekilde aşağılanamazdı. Nihâyetinde “kâfire kâfir demek” yasaklandı. Artık insânlar arasında bir ayrım söz konusu değildi. (!) Ama bir sorun daha vardı. İnsânlar mâdem bu kadar kutsaldı o zaman kendi kendilerini yönetmeleri lâzım gelmez miydi? Ne de olsa her fert müsâvi ve kutsaldı. Burada da başka bir sorun belirdi; eğer her insânın görüşü DEVLET KATINDA aynı derecede kutsalsa, devlet hakkında nasıl karar verilecekti? -Mâlum “koyun kurt ile gezerdi / fikir başka başka olmasa” der Âşık Veysel- Bu sorun da “çoğulculuk ilkesi” ile çözüme kavuşturuldu. Geçmişte kutsallaştırılan birey, huzur-u devlette kutsallaştırılan kitleler şeklinde karşılık buldu. Ama ferdin müsâviliğine dikkat edildi ve her fert bir oy hakkı ile onurlandırıldı. (!) Yani bilenle bilmeyen bir sayıldı. Oturup konuşmaya tenezzül edilmeyen insanlar sahip oldukları oylar sayesinde geçici bir saygınlık kazandı. Aslında insan onuru göz ardı edildi. Önemli olan insan değil oydu artık. Herkes -teorikte de olsa- seçme ve seçilme hakkına kavuşunca susmak zorunda kaldı. Çünkü yarın bir gün iktidâra gelebilirdi. -Bir ihtimâl daha var o da ölmek mi dersin?- İktidar için yanlış bildiğini doğru saymaya bir örnek verecek olursak. Günümüzün demokrasi muhibânı bir vakitler “Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında “Hâkimiyet Hakkındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik” şiirini okuyup, ağlayan ve bu uğurda “küffâr üzerine gider gibi” savaşan bir neslin evlatlarıydı. Peki ya ne değişti? El-cevâp: İktidâr... İnsânın nefsini okşayan demokrasi zamanla kendisine sâdık milyonlarca ferdi de kullanarak, kendisinin dünya üzerindeki en mükemmel teori olduğunu dikte etti ve görülen o ki başarılı da oldu. Herkesi aynı gören bu ideoloji herkesi aynı düşünmeye zorlarken hümanizmaya karşı geldiğini hiç düşünmüş müydü acaba? Bu konu bahsi diğer... Şimdi son yıllarda giderek kutsallaştırılan “demokrasi”nin kelime mânâsına bakalım. Demokrasi, antik Yunanca’dan Batı dillerine oradan da bizim lisânımıza istikrâî bir şekilde geçmiş bir kelimedir. Sanılanın aksine “δῆμος/dêmos” halk demek değildir. Dêmos, fakir halk demektir. E o zaman δημοκρατία/demokratía veya bizde ki telâffûzu ile demokrasi fakir halkın yönetim biçimidir. Hadi dêmosu fakir halk değil de halk olarak kabul edelim. O zaman halk kimdir sorusu akıllara gelir. Halk oy kullanan herkestir. Peki, oy kullanan herkes devlet işlerinden anlar mı? Veya anlayabilir mi? Bendenizin fikrini soracak olursanız bu imkânsız. Konuyu bir örnek ile daha anlaşılır hale getirelim; örneğin bir cerrâhî operasyonda )