43
tersi geçerlidir. Sosyolog Edgar Morin’in Komünist
Partisinden çıkarken sarf ettiği şu söz ancak Avrupa
hümanizmasının bu köklü geleneğinin mirâsı içinde
anlaşılabilir:
“Dostum! Marxizm iktisadı, toplumsal
sınıfları inceledi, bu harika bir şey dostum! Ama insânı incelemeyi unuttu!”
Evet, Marxizm insânı incelemeyi unutmuştu
ama kutsallaştırdığı insânı incelemek konusunda zafiyet gösteren tek ideoloji Marxizm değildi. İnsânın saygınlığı (de dignitate hominis) için ortaya atılan
ideolojilerin “beşeriyeti” incelememesi ve onu kutsal
görerek “esfel-i safilin”e götürmesi son derece ironik
değil mi?
19.y.y. hümanizması kabullensek de kabullenmesek de ülkemizde de aks-i sâdâ buldu. İnsân kutsaldı ve ondan başka hiçbir şey kutsal olamazdı. O
zaman dinin ve dolayısıyla tanrının kutsallığı rafa kaldırılmıştı, insânları ne şekilde olursa olsun kâfirmü’min şekilde aşağılanamazdı. Nihâyetinde “kâfire
kâfir demek” yasaklandı. Artık insânlar arasında bir
ayrım söz konusu değildi. (!) Ama bir sorun daha
vardı. İnsânlar mâdem bu kadar kutsaldı o zaman
kendi kendilerini yönetmeleri lâzım gelmez miydi? Ne
de olsa her fert müsâvi ve kutsaldı. Burada da başka
bir sorun belirdi; eğer her insânın görüşü DEVLET
KATINDA aynı derecede kutsalsa, devlet hakkında
nasıl karar verilecekti? -Mâlum “koyun kurt ile gezerdi / fikir başka başka olmasa” der Âşık Veysel- Bu
sorun da “çoğulculuk ilkesi” ile çözüme kavuşturuldu.
Geçmişte kutsallaştırılan birey, huzur-u devlette kutsallaştırılan kitleler şeklinde karşılık buldu. Ama ferdin müsâviliğine dikkat edildi ve her fert bir oy hakkı
ile onurlandırıldı. (!) Yani bilenle bilmeyen bir sayıldı.
Oturup konuşmaya tenezzül edilmeyen insanlar sahip
oldukları oylar sayesinde geçici bir saygınlık kazandı.
Aslında insan onuru göz ardı edildi. Önemli olan insan
değil oydu artık. Herkes -teorikte de olsa- seçme ve
seçilme hakkına kavuşunca susmak zorunda kaldı.
Çünkü yarın bir gün iktidâra gelebilirdi. -Bir ihtimâl
daha var o da ölmek mi dersin?- İktidar için yanlış bildiğini doğru saymaya bir örnek verecek olursak. Günümüzün demokrasi muhibânı bir vakitler “Halka
değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında “Hâkimiyet
Hakkındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu
inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen
bir gençlik” şiirini okuyup, ağlayan ve bu uğurda “küffâr üzerine gider gibi” savaşan bir neslin evlatlarıydı.
Peki ya ne değişti? El-cevâp: İktidâr... İnsânın nefsini
okşayan demokrasi zamanla kendisine sâdık milyonlarca ferdi de kullanarak, kendisinin dünya üzerindeki
en mükemmel teori olduğunu dikte etti ve görülen o
ki başarılı da oldu. Herkesi aynı gören bu ideoloji herkesi aynı düşünmeye zorlarken hümanizmaya karşı
geldiğini hiç düşünmüş müydü acaba? Bu konu bahsi diğer...
Şimdi son yıllarda giderek kutsallaştırılan “demokrasi”nin kelime mânâsına bakalım. Demokrasi,
antik Yunanca’dan Batı dillerine oradan da bizim lisânımıza istikrâî bir şekilde geçmiş bir kelimedir. Sanılanın aksine “δῆμος/dêmos” halk demek değildir.
Dêmos, fakir halk demektir. E o zaman
δημοκρατία/demokratía veya bizde ki telâffûzu ile demokrasi fakir halkın yönetim biçimidir. Hadi dêmosu
fakir halk değil de halk olarak kabul edelim. O zaman
halk kimdir sorusu akıllara gelir. Halk oy kullanan herkestir. Peki, oy kullanan herkes devlet işlerinden anlar
mı? Veya anlayabilir mi? Bendenizin fikrini soracak
olursanız bu imkânsız. Konuyu bir örnek ile daha anlaşılır hale getirelim; örneğin bir cerrâhî operasyonda )