39
“bir”leri, başka bir “bir”in menfaatleri için harcamakta
yadsınamaz bir hüner gösterdi. Bugünkü mânâda bir
demokrasi olmayan Yunan tecrübesini bir yana bırakırsak, feodalizme karşı Batı toplumunun geliştirdiği
yöntem, her şeyden önce, toplumun kişilerden oluştuğunu her yerde ve her fırsatta yüksek sesle haykırmak
oldu. Çünkü Batı’nın o vakit tervîc ettiği siyâsî sistem,
şahsın haklarını tanımıyor, hattâ şahsın kendisini de
tanımıyor; buna karşılık ondan aldığı maddî ve mânevî
hakları başka bir şahsın üzerinde topluyor; bunu yaparken, Doğu’nun aksine, insanlara, şahıs olmaktan
vazgeçmek karşılığında toplum olmak hakkını da vermiyordu. Bunun için Batı’nın sistemine karşı yükselen
ilk aykırı sesler, “şahıs hakları”nı bayraklaştırdılar.
Bundan sonra Batı, şahsın mı, toplumun mu daha fazla
hakka sâhip olması gerektiğini, epeyi kanlıca tartıştı.
Amerikan ve Fransız ihtilâlleri, Batı medeniyetinin
müsebbibi olduğu ve ortaya attığı sorunların, kol kuvvetiyle çözülmesi mânâsına geliyordu.
Batı insânî zarûretler sonucu bunları yaşarken
düşünce geleneğinin devâmını İslâm Rönesansı ile
sağlamış Doğu medeniyeti, ilâhiyatın intikâmını felsefeden almakla meşgûldü.1 Bu intikâm faaliyeti, Doğu’nun büyük hükümdârları eliyle gerçekleşiyordu.
Fâtih Sultan Mehmed ve Kânûnî Sultan Süleyman,
Gazâlî ekolünün akılcılara galebesini te’mîn etmiş;
böylece Doğu, Rönesans’ı Batı’dan önce yaşamak
şansını elinden kaçırmış; kısaca, o büyük sürecin adını
Türkçe yapma fırsatını elinin tersiyle, yüzüne bile bakmadan itmişti. Bu yolla Türkler, hiçbir zaman tam bir
parçası olmadıkları Doğu’ya eklemlenmiş oldular.
Doğu aklının Türk kanıyla birleşerek kurduğu dünyânın son geleneksel imparatorluğu Osmanlı’nın atı, 16.
asrın ortalarında bütün heybetiyle şâha kalkmıştı kalkmasına; hattâ bu devâsâ atın şâha kalkışı o kadar zahmetli ve uzun süren bir işti ki, 17. ve 18. asırlarda bile
“gittikçe yükselen” ve “Allah’a kalkan” başı yere eğilmemişti. Evet, Doğu medeniyetinin atı şâha kalkmış,
öylece bekliyordu; fakat o vaziyet, binicinin önünü ve
altını görmesine pek de müsâit olmadığından, bir sürü
yeni ve yaya atılımla Batı medeniyeti, kendisini rakîbine hiç fark ettirmeden onun yanından yürüyerek
geçti gitti. At uzun zaman sonra ayaklarını yere indirdiğinde, en yüksekte olmanın gurur ve rehâvetiyle binici ileriye baktığı vakit, düşmanını kendisinden çok
da uzaklaşmamış; ancak hayret verici olarak aradaki
bütün mesâfeyi almış ve hatırı sayılır miktârda fark
açmış buldu. Atı dörtnala kaldırmak istediği vakit ise,
arka ayakları yorgunluktan, ön ayakları idmansızlıktan
zayıf düşen hayvanın yere çöktüğünü gördü. Ve bundan sonra, tarihi boyunca hiç yapmadığı bir şeyi ya-
parak attan inmek ve çoktan unuttuğu şekilde yürüyerek düşmanını tâkip etmek zorunda kaldı. Buna “yerleşikleşme” diyebiliriz.
Aslında Türkler, bahsettiğimiz zaman diliminde, 19. asırda yerleşikleşmeye başlamış değillerdi.
Ancak bu asrın ortası, onların fizikî mânâda yerleşikliklerini tamamladıkları dönem oldu. Klâsik, hareketli
ve her tarafa ordular sevk edebilen imparatorlukların
devrinin kapandığını da fark etti. Bu, fikir hayâtında
değişmelere, bir nevi tekâmüle yol açtı. Osmanlı’nın
son devrinin Türkçülerinin tefekkürleri eylemle birleşti ve en son Mustafa Kemal’in dehâsı, bu birikimi
de kullanarak cumhuriyeti tuğla tuğla ördü. Bundan
itibâren Doğu’nun bu çocuğunun yönetim sorunu, bir
rejim sorunu olmaktan çıkıp bir sistem meselesi hâline
geldi.
Türkiye, belki de birkaç yüz yıllık durgunluk
ve bungunluğa tepki olarak, artık rakîbine göre çok
ileri olduğunu ziyâdesiyle ispât etmiş olan Batı medeniyetine eklemlenme yolunu seçti. Böylece ülkenin
önünde, “nerelileşeceğiz?” değil, “nasıl Batılılaşacağız?” problemi vardı artık. Erken dönem cumhuriyet
aydınları, bunun için çeşitli çözüm önerileri sundular.
Kayıtsız şartsız Batılı olmamızı savunanlar, eskiye
dâir ne varsa, hepsini hânedânlık ile berâber yok
etmek derdinde idiler. Daha akıllı olanları ise Doğu’nun çocuğu olduğumuzu unutmadan Batı’yı tetkîk
etmemiz gerektiğini söylediler. Bunlardan Peyâmi
SAFA, kendine yeni bir yol arayan adam, suyuna akacak yeni bir mecrâ arayan nehirlere has romantizmle,
“Türk İnkılâbı’na Bakışlar”da, köşeye sıkışan “dünyâ
medeniyeti”nin her derdine devâ olarak, iki tarafı da
çok iyi tanıması ve tam ortalarında oturması nedeniyle
Türkiye’yi önerdi.
Aradan geçen yıllarda cumhuriyeti kuran merkez, bâzen kendisine çevreden de adamlar devşirerek
inkılâplarını halka teşmîl etmenin yollarını aradı. Türkiye, tam bu sıralarda, demokrasi diye bir şeyi ciddî
ciddî tartışmaya başladı. Merkez veyâ Emre KONGAR’ın daha vâzıh târifine göre devletçi-seçkinciler,
Şevket Süreyyâ’nın da içinde bulunduğu Kadro Hareketi aracılığıyla “inkılâba ideoloji yapmak”la meşgûldü. Bu ideolojinin temelini, merkez çevreye
güvenmediği için, “halk için; halka rağmen” anlayışını
şiâr edinmiş adamlar yaptı. Buna karşılık çevre, yâni
Emre KONGAR’ın ifâdesiyle gelenekçi-liberaller,
kendisinin yönetime katılmadığını, bunun önünde engeller bulunduğunu, merkezden de destekçiler bularak
dillendirmeye başladı. Merkez ise, ihtilâli de kendisi