Tan Yeri I. Yaz Sayısı | Page 20

16 “devlet” kurumunu kendi özleri ve yerel gereklilikleri harmanlayarak müthiş bir biçimde yaratırken, “din”i, yerliden almayı tercih etmişler ve aldıkları dini, kendi dinlerine benzetmekle yetinmişlerdir; kendi doğal dinlerini geliştirip, söz gelimi, Mısır ve Sümer mitolojisinden beslenerek doğan Sami dinler gibi, kurumsal bir din haline dönüştürmemişlerdir. (Esasında Göktürk dediğimiz Asya imparatorluğu zamanında, “Gök tanrı” dininin, doğal ve kendiliğinden bir din olan “Şamanizm”/animizmden, yarı-kurumsal bir din olarak doğduğuna ve esasında, Hikmet Tanyu’nun da yanılmıyorsam değindiği “tek tanrılı din merkezi otoriteyi güçlendirir” tezinin hakkını vererek, Türk imparatorluğunun Altaylı “uruk”ları homojenize edip “Türk” damgasıyla “millet” etmesinde bir harç olarak kullanıldığına dair işaretler vardır.) Yani göçebe, bugünün yapısalcı ve belki anakronizme, biraz da “zeitgeist”e saplanıp kalmış modernist ya da post-modern kafasının düşündüğü gibi ne “medeniyet düşmanı barbar”, ne “ilginç, egzotik bir sirk maymunu”dur. Göçebe, “doğal” olanla “sanal-kavramsal” olan arasındaki köprüdür ve bir halkın geçmişindeki göçebelik ne kadar yeniyse, o halkın ruhu o kadar tazedir. Özetle, şu sonuç ortaya çıkıyor: Türkler de, söz gelimi Cermenler de, göçebe tarım tarzını benimsemişler ve ardından bırakmışlardır. Uzunca bir süre, başarılı olan “Türk deneyi” idi: Bizans’ı Türk edebilme kudreti müthiş bir kudret. Düşünün ki, “barbar” denen bir grup çekik gözlü (Bizans kaynaklarında birçok Türkmen tasviri var, çoğunda çekik göz belirgindir), Orhun abidelerindeki dilin doğrudan “çocuğu” olan dili konuşan adamlar, dünyanın en “güçlü” devletinin yapılarını fethedip, kendi getirdikleriyle sentezleyerek, damgası “Türk” olan yeni bir devlet çağı yaratıyorlar. Ve İskender Öksüz’ün “Niçin” kitabında belirttiği gibi, uzunca bir süre, aynı zaman diliminde, dünyada “güçlü devlet”ler hep Türklerin kurdukları devletler, medeniyet ve düşünce-yaratıcılık merkezleri de buralar. Ancak bugün, 16. yy. civarına tarihleyebildiğimiz dönüşümler neticesinde, Hint-Avrupalı’nın “Avrupalı” kolunun deneyi, Türk deneyinin önüne geçmiştir. Bunun şüphesiz çok girift açıklamaları var, bu yazıda, Türk deneyinin saplandığı bir takım çıkmazlara değineceğim, öyleyse şimdi, “Şehir” ve “Şehirli”den ne anlayacağımıza geçebiliriz. II. Şehir ve Şehirlilik Şehir için Tarık Demirkan, Cogito’nun 1996 yılında yayımlanan “Kent ve Kültürü” başlıklı sayısında, “kuşatılan özgürlük adaları” tabirini kullanıyor. Kendisine tamamıyla katılmamakla birlikte, “şehir”in tarih boyunca yaşanan birçok atılımı sağlayan “ortam”ı oluşturduğunu itiraf ve kabul etmek gerekir. Önceki bölümle ilişkilendirecek olursak, şehir, “yerleşik tarım”a elverişli havzalarda, ancak “göçebe tarım” ya da “göçkünlük” tecrübesi olan topluluklar tarafından oluşturulur: Şehrin en belirgin özelliği “nüfus”u değil, sanal ya da “türevsel” diyebileceğimiz “kurumlar”ıdır. Büyük bir şehrin “örgütlenebilmesi” için gerekli “kaynak”lar ancak böyle bir tecrübe ve “göçebenin devlet ve din kurması” bahsinde anlattığım tarihsel süreç yönlendirmesi ile ortaya çıkabilir. Bu yönüyle şehir, nüfusça kalabalık bir köy değil, farklı bir “geist”a, özgün bir örgütlenmeye sahip, birincil yaşam tarzlarından münezzeh (yerleşik tarım-göçebe tarım) ancak “havza”sında bu tarzların temel dinamiğini oluşturan üretim biçimlerine elverişli “koloni”lere muhtaç, farklı sınıflaşmalar, uzmanlaşmalar ve örgütlenmeler sebebiyle önceki yaşam tarzlarından ancak göçebe-teşkilatçı topluluklarda ilkel biçimleri gözlemlenebilen bir takım motifleri haiz bir “fenomen”dir. Bu motiflerin ilki “ülküsel kurumlar”dır ki, şahsen Türklerin, Orhun abidelerinde görüldüğü üzere, bugünkü “nation” ya da “ulus”a en benzer “milli bilinci haiz” topluluk haline en erken gelmelerini, bu göçebe yaşam tarzına bağlıyorum. “Millet” bir yüksek şuur kurumudur ve “iletişimden doğar”. (Ayrıntılı bilgi için Millet Kavramının Evrimi yazıma bakabilirsiniz.) Bu yaşam tarzında küçük altgruplar ve grup toplulukları arasındaki iletişim, yaşa H\