15
mitoloji, alegorik bir üslup ile insan grubunun dini/bilimsel ayrım yapılmadan önceki irfanını aktarma aracı
olarak gördüğü “kurumlar öncesi kurumdur”. Bu topluluğun mitolojik irfanında, eski “reel dağ”, sanal, gerçek olanla rabıtasını büyük ölçüde kaybetmiş bir
motife dönüşüyor.
Buna göre, mitolojisini, bugün anladığımız
“masallar örgüsü” olarak değil de, modern anlayışı şaşırtacak bir “bilgelik kaynağı” olarak, o zaman şart ve
usullerine göre “bilimsel değer” de arz eden bir kurum
olarak gören o insan grubu, eğer mitolojisinin, yani irfanının doğduğu kaynaktan uzağa gitmek zorunda kalırsa, alegorik ilişki, fiziki ilişki ya da
“gözlemlenebilir” ilişki kopuyor, mitoloji o zaman
“sanal”laşıyor. Alegorik mananın ne kastettiği unutuluyor, doğrudan “logos”, “kelam” ne diyorsa, o doğrudur zannı, kolektif bilinçte oluşuyor. Söz gelimi,
“Karaşavay’ın atının toynağı Elbruz’un (Mingitav)
zirvesine çarptı ve dağın zirvesi bu yüzden çatallıdır”
diyen Kafkas Türkü Karaçay, eğer Elbruz’dan uzağa
atılırsa, bu mit anlamını kaybediyor, ancak kutsallığını
muhafaza ettiği için, sanal bir din yaratılması gereği
doğuruyor.
Ayrıca, ilk kimlikler oluşurkenki, büyük ölçüde grup komünü yarı-anarşizmi özelliği gösteren
yapı (zayıf da olsa bir hiyerarşi var, bu yüzden doğrudan anarşi diyemiyoruz; ancak, bugünün kurumsal
dünyası ile karşılaştırıldığında, anarşiye çok çok yakındır), mitolojiye dair yazılarımda bahsettiğim
Jung’un “yaşlı bilge arketipi”ni yaratan sosyal ve evrimsel nedenlerden ötürü yaşlı bilgelerin ve uzunca bir
süre için “yaşlı kadınlar”ın yönetiminde, her bireyin
doğrudan iştirakiyle “toplumsal hafıza ve ahlak
(yaşam tarzı kodları)”ı muhafaza ediyorken, yani
bütün bireyler, toplumsal hafızanın doğrudan eğitimi
ile yetişiyorken (okul yokken, eğitim, anne, baba ve
büyükanne-baba’dan alınanken) ve yaşam tarzı hiç bir
sanal olgu ya da kurum olmaksızın doğrudan çevreye
uyum yasaları doğrultusunda şekilleniyorken (doğacı/kendiliğinden ahlak) grubun sahip olduğu harmoni, bozuluyor.
ve bu iki kurumu, benim görüşüme göre kolektif bilinçteki bu iki sorun kaynağı “kompleks”i doğuruyor.
(Sorun kaynağı demem, bu iki kurumun salt kötü olduğu manasına gelmez. “Kompleks”i bir psikolojik
terim olarak kullanıyorum. Ancak sanal oldukları için,
bir “uyum sorunu” doğururlar, her bireyi, Gramsci gibi
düşünürlerin uzun uzun kafa yorduğu üzre, sanal gerekçeler ve amaçlarla, “değiştirirler”. Birçok kazanımı
bu iki kuruma borçluyuz, ancak bu iki kurumun getirdiği birçok zararı inkâr edemeyiz.)
Buna göre, bir halk ne kadar “otokton” ise,
yerli ise, devlet kurma ya da kurumsal din yaratma ihtimali o kadar zayıftır. Ki, Kürtlerin devlet kuramamış
olmaları, Çerkeslerin asla dini ve devlete dayalı bir
yaşam tarzını Kafkasya’da yaratmamış olmaları, Afrika’daki, beyaz insanla yoğun etkileşim başlamadan
önceki tek adamakıllı devletin Habeşistan olması (yönetici sınıf kendi köklerini İbrani Süleyman’a dayandırırdı, bir göç hikâyesi vardır arkasında), Sümer
efsanelerini okuduğumuzda, Sümer’in yönetici sınıfının kuzeyden-iç asya’dan geldiğine dair imalar bulmamız,
Anadolu’da
yerli
halkın
değil,
Kafkas-kuzey-doğu kökenli “Hitit” gibi unsurların
devlet kurmuş olması, Avrupa yerlileri, söz gelimi İlliryalılar’ın değil de, istilacı Latinlerin Roma gibi bir
devlet kurmuş olmaları, Keltlerin ana vatanları bugünkü “Bavyera” (Hallstadt) bölgesinde değil de, göçtükleri İngiltere ve Anadolu’da (galatia) devlet kurmuş
olmaları, Türk imparatorluklarının asla Altaylarda
değil, sonradan göçülen bölgelerde kurulmuş olması
(...) buna delil olarak sunulabilir.
Buna göre din ve devlet, bir coğrafyaya “elit,
domine eden azınlık” (Buna örnek, Hindistan’a giden
Aryanlardır) ya da “sindiren, asimile eden çoğunluk”
(Örnek, Anadolu’ya gelen ve Bizans’ı T