Tan Yeri I. Yaz Sayısı | Page 19

15 mitoloji, alegorik bir üslup ile insan grubunun dini/bilimsel ayrım yapılmadan önceki irfanını aktarma aracı olarak gördüğü “kurumlar öncesi kurumdur”. Bu topluluğun mitolojik irfanında, eski “reel dağ”, sanal, gerçek olanla rabıtasını büyük ölçüde kaybetmiş bir motife dönüşüyor. Buna göre, mitolojisini, bugün anladığımız “masallar örgüsü” olarak değil de, modern anlayışı şaşırtacak bir “bilgelik kaynağı” olarak, o zaman şart ve usullerine göre “bilimsel değer” de arz eden bir kurum olarak gören o insan grubu, eğer mitolojisinin, yani irfanının doğduğu kaynaktan uzağa gitmek zorunda kalırsa, alegorik ilişki, fiziki ilişki ya da “gözlemlenebilir” ilişki kopuyor, mitoloji o zaman “sanal”laşıyor. Alegorik mananın ne kastettiği unutuluyor, doğrudan “logos”, “kelam” ne diyorsa, o doğrudur zannı, kolektif bilinçte oluşuyor. Söz gelimi, “Karaşavay’ın atının toynağı Elbruz’un (Mingitav) zirvesine çarptı ve dağın zirvesi bu yüzden çatallıdır” diyen Kafkas Türkü Karaçay, eğer Elbruz’dan uzağa atılırsa, bu mit anlamını kaybediyor, ancak kutsallığını muhafaza ettiği için, sanal bir din yaratılması gereği doğuruyor. Ayrıca, ilk kimlikler oluşurkenki, büyük ölçüde grup komünü yarı-anarşizmi özelliği gösteren yapı (zayıf da olsa bir hiyerarşi var, bu yüzden doğrudan anarşi diyemiyoruz; ancak, bugünün kurumsal dünyası ile karşılaştırıldığında, anarşiye çok çok yakındır), mitolojiye dair yazılarımda bahsettiğim Jung’un “yaşlı bilge arketipi”ni yaratan sosyal ve evrimsel nedenlerden ötürü yaşlı bilgelerin ve uzunca bir süre için “yaşlı kadınlar”ın yönetiminde, her bireyin doğrudan iştirakiyle “toplumsal hafıza ve ahlak (yaşam tarzı kodları)”ı muhafaza ediyorken, yani bütün bireyler, toplumsal hafızanın doğrudan eğitimi ile yetişiyorken (okul yokken, eğitim, anne, baba ve büyükanne-baba’dan alınanken) ve yaşam tarzı hiç bir sanal olgu ya da kurum olmaksızın doğrudan çevreye uyum yasaları doğrultusunda şekilleniyorken (doğacı/kendiliğinden ahlak) grubun sahip olduğu harmoni, bozuluyor. ve bu iki kurumu, benim görüşüme göre kolektif bilinçteki bu iki sorun kaynağı “kompleks”i doğuruyor. (Sorun kaynağı demem, bu iki kurumun salt kötü olduğu manasına gelmez. “Kompleks”i bir psikolojik terim olarak kullanıyorum. Ancak sanal oldukları için, bir “uyum sorunu” doğururlar, her bireyi, Gramsci gibi düşünürlerin uzun uzun kafa yorduğu üzre, sanal gerekçeler ve amaçlarla, “değiştirirler”. Birçok kazanımı bu iki kuruma borçluyuz, ancak bu iki kurumun getirdiği birçok zararı inkâr edemeyiz.) Buna göre, bir halk ne kadar “otokton” ise, yerli ise, devlet kurma ya da kurumsal din yaratma ihtimali o kadar zayıftır. Ki, Kürtlerin devlet kuramamış olmaları, Çerkeslerin asla dini ve devlete dayalı bir yaşam tarzını Kafkasya’da yaratmamış olmaları, Afrika’daki, beyaz insanla yoğun etkileşim başlamadan önceki tek adamakıllı devletin Habeşistan olması (yönetici sınıf kendi köklerini İbrani Süleyman’a dayandırırdı, bir göç hikâyesi vardır arkasında), Sümer efsanelerini okuduğumuzda, Sümer’in yönetici sınıfının kuzeyden-iç asya’dan geldiğine dair imalar bulmamız, Anadolu’da yerli halkın değil, Kafkas-kuzey-doğu kökenli “Hitit” gibi unsurların devlet kurmuş olması, Avrupa yerlileri, söz gelimi İlliryalılar’ın değil de, istilacı Latinlerin Roma gibi bir devlet kurmuş olmaları, Keltlerin ana vatanları bugünkü “Bavyera” (Hallstadt) bölgesinde değil de, göçtükleri İngiltere ve Anadolu’da (galatia) devlet kurmuş olmaları, Türk imparatorluklarının asla Altaylarda değil, sonradan göçülen bölgelerde kurulmuş olması (...) buna delil olarak sunulabilir. Buna göre din ve devlet, bir coğrafyaya “elit, domine eden azınlık” (Buna örnek, Hindistan’a giden Aryanlardır) ya da “sindiren, asimile eden çoğunluk” (Örnek, Anadolu’ya gelen ve Bizans’ı T