Üniversite kelimesinin Latince “Universus”
yani “evrensel olan” kelimesinden türemesi
son derece manidardır. Bu etimolojik
tanım aslında üniversite kavramının gerçek
mahiyetini bizlerin önüne sermekte.
Şöyle ki bu kökenden yola çıkarak
“üniversite”yi; “Tüm insanlığın, varlığın ve
bunların ilişkisinden doğan birtakım yeni
mevcudiyetlerin getirdiği yahut sebep olduğu
evrensel sorunların dert edinilip çözüm
üretilmeye çalışıldığı kurumlardır.” sentezini
yapabiliriz diye düşünüyorum. Öyleyse
“üniversite öğrencisi” de “Bu evrensel
nitelikteki sıkıntıların çözümünü kendine
sorumluluk bilen ve aldığı eğitimi, yaptığı
araştırmaları, harcadığı onca emeği bu ulvi
yolda kullanmaktan geri durmayan dünya
insanı olma yolundaki bireydir.” diyebilir
miyiz?
Bundan çok değil 30-40 yıl öncesine
kadar büyüklerimiz hakikaten de bu
farkındalık ile eğitime bakmakta ve
gerekliliklerini yapmakta idiler. Edindikleri bu
dert ve dava anlayışı onları; bilgiyi, hakikati,
ilmi talep etmeye sevk ediyordu ve bundan
dolayıdır ki kendilerine “talebe” diyorlardı.
Kökeninde talep etme fiilini barındıran
bu mana dolu kelime, gerçek bir eğitme
eyleminin ancak ve ancak ortada gerçek
bir talep söz konusu ise gerçekleşebileceği
bilinciyle kullanılıyordu.
Peki ya şimdi nasıl? Maalesef ki tarih
boyunca insanlık bunca zulüm, çile, savaşlarla
sarsılmasına rağmen günümüzdeki gibi
hiçbir zaman bu kadar metalaştırılmamış,
insanın değeri hiç bu kadar yok sayılmamıştı.
Dünya genelinde artan ihtiras, makam,
mevki, kariyer hedefleri, temelden yoksun
binalar halinde yükselmeye devam ederken
gözlerimize perde inmemiş, asıl gerçeği
ıskalamamıştık.
İnsanlık adına böylesine acı gerçeklerle
dolu bir dönemden geçerken asıl işin
bizlere yani gerçek “üniversite talebelerine”
düştüğünü ne zaman idrak edeceğiz? Ne
zaman anlayacağız; iş dünyası dediğimiz,
hayallerimizi süsleyen bu âlemin,
üniversitelerde üretilecek ilme hiç olmadığı
kadar muhtaç olduğunu? Cevabı basit: Ne
zaman ki anlarız “insan”ı her işin, sürecin,
sistemin merkezine koymamız gerektiğini;
“bana neciliğin” yerine “paylaşmanın, dert
edinmenin” gelmesi gerektiğini, işte o zaman
bazı şeyler farkındalık oluşturmaya başlar.
Bunun neticesi olarak da şu an kendimizi
“yetiştirmekle” değil tıpkı bir makine
gibi sadece “öğrenmekle” yetindiğimiz
üniversitelerde ilmi “talep etmeye”
başlayacağız. Dersleri, iki harfli notlara
indirgenmiş şekilde değil de içinde hakikat
barındıran birer yolculuk olarak kavrayacağız.
Birbirimizle konuştuğumuz konular hocaların
notları veya başkalarının başarıları değil de
dünyanın dört bir tarafında zulüm gören,
açlık çeken, adalet arayan, özgürlük isteyen
insanlar olacak.
Yani söz gelimi, önce kendimizi yani
“insan”ı bileceğiz ki ancak o zaman
yaptığımız o tüm çalışmalar, ilimler, kariyer
yolculukları yüce bir amaç taşısın. Aksi halde
bana neciliğin merkezde olduğu, herhangi
bir maksada karşı aidiyet duygusunu
barındırmayan mevcut toplum zihniyetini
iyileştirmek için çok geç kalacağız.
Enes Ustaömer
53
ÇEPEÇEVRE ÜNİVERSİTE