Nobel Tıp Kitabevleri | Page 33

6 H. MACİT ÜZEL enine duran biletler oldukça küçük boydu. Kutu da herhâlde onlara göre yapılmıştı. Bir ucu lastikli kalemi yardımı ile içindeki size uygun bileti koparıp verdikten sonra, paranızı alır ve boynundaki çantaya atardı. Tuhaftır, bileti koparıp verdikten sonra tahta kutuyu kapatırken çıkan “Tak” sesini çok iyi hatırlıyorum. Tabii, kordonu çekip yolcu ineceğini vatmana hatırlatan küçük “Çan, çan” sesi ve kalabalık yollarda giderken vatmanın ayağının altındaki pedala bastıkça çıkan daha kuvvetli “ÇAN, ÇAN” sesi ile... Değişik üç enstrüman ve üç ses... Bana şimdi rüya gibi gelen, tekerlek gürültüsüne ve birbirine karışan üç ses. Tenha bir yolda aralıklı ve sakin, kalabalık bir yolda ise fondaki sokak ve vagon içi gürültülerinin de eşliğinde daha sık ve daha sesli çalan bir “trio”... Tramvay denince unutulmayacak bir kişi de kontrolörler idi. Onlar da vatman ve biletçiler gibi resmi kıyafette olurdu. Herhangi bir durakta biner “Bilet, kontrol...” sesi ile herkesin biletlerini kontrol eder, işleri bitince de ilk durakta inerlerdi. Ciddi ve metodik çalışırlardı. Aslında tramvay kültürü, benim gibi taşradan gelen öğrenciler için yepyeni bir kültürdü. Dolu dolu yaşadık ama doğrusunu isterseniz ne olduğunu anlayamadan da kaybettik. 1950’li yıllarda hızla gündeme getirilen yeni otoyollar ve yeni araçlar kampanyası ile, bir de buna büyük şehirlere göç ve gecekondulaşma furyası eklenince, önce tramvay kültürü ve kalitesi bozuldu. Sonra yavaş yavaş hat sayısı azaltıldı, yolcu sayısı da düşmeye başladı. Doğrusu bu gidişi ben pek iyi algılayamadım. Zira öğrencilik döneminde gittikçe artan yoğun dersler ve imtihanlar, daha sonra da asistanlıkta ameliyatlar ve her ay 20-25’i bulan yoğun nöbetler nedeni ile hemen hiç sosyal yönüm kalmamıştı. O nedenle tramvayların hastalanıp ölümünü pek iyi izleyemedim... Bu ara dönemde, önce hastanenin önünde ikinci el hantal Amerikan arabalarından oluşan etrafı damalı dolmuşlar ile belediye otobüsleri görülmeye başladı. Kısa sayılacak bir sürede “İlle de otoyolları...” kavramı zaferini ilan etti. 12.08.1961’de Rumeli ve 03.10.1966’da da Kadıköy’de son tramvaylar seferden kaldırıldı ve raylar söküldü. Sonraki günler, son seferini yapan tramvayların yeşil dallarla süslenmiş veda fotoğrafları çıktı gazetelerde. Sessizce ama sade, hüzün dolu ve sımsıcak bir ayrılışın fotoğrafları... Yukarıda da belirttiğim gibi belki ders, imtihan, ameliyat, nöbet ve yoğun hastane uğraşıları vs. vs. sarmalından çevre ile ilişkimiz azaldığı için, belki de -zannediyorum bu ön planda- yoğun ve parlak otoyolları kampanyaları ile doldurulup şartlandırıldığımız için bizim nesil ve tabii ben de bu hüzünlü sonucu pek iyi algılayamadık. Yaşamımın en zor ve sıkıntılı döneminde önemli bir yer tutan tramvaylar ile ilgili anılarımı İstanbul aşığı Çelik Gülersoy’un “Tramvay İstanbul’da” (4) kitabından bir kaç alıntı ile noktalamak istiyorum. Tabii onu da rahmetle anarak. “... Biz, Avrupa gibi raylı taşıtla oto yolları bağdaştıramadık”, “... Dış dünyadan kimsenin haberi yoktu...”, “... 1960’lar başında Batı’yı bilen çok az sayıdaki insanın başında, Dışişleri Bakanlığı mensupları gelir. Ama bürokrasi içindeki adları ile Monşer’ler, diplomatlarımız başka bir dünyanın insanlarıdır. Yurda ancak zorunlu olarak gelirler ve sade Ankara’yı görürler. İstanbul onların konuları değildir. İkinci gurup politikacılardan, lisan bilenlerin Avrupa’ya gittikleri olur. Ama adları üstünde, onlar politikacıdır. Her şeyi görmezler. Ya da dile getirmezler. Basın mensupları, o tarihlerde bile, dışarıya yine en fazla gidebilen bir çevreydi. Üstelik o tarihlerdeki basın, sırf basındı. Yani gazeteciler sadece gazeteciydi ve gazeteler ile dergiler, bugünkü gibi iş adamlarının ticari yatırımlarının bir uzantısı şeklinde değildi. O yüzden, gerçekleri ve doğruları daha bağımsız ve objektif olarak yansıtabilecek durumdaydı. Ama demek ki lobilerin ve politikanın etkisi altındaymış ki basından da, tramvayın rasyonelliğini savunabilecek bir ses çıkmadı...”. Çelik Gülersoy’un bu tespitlerine katılmamak elde değil. Ayrıca bu yorumlardan önemli bir sonuç da çıkıyor. Bahsettiği tüm kesimlerdeki tarih, şehircilik ve ülke kültürü açısından belirgin bir fakirlik ve umursamazlık... Bunun sonucu olarak da, derinliği ve temeli olmayan, yalın ve basit bir modernleşme kültürü... Çelik Gülersoy’un bahsettiği kesimlerin ortak paydası da bu olsa gerek...