Havva Mercan
Saklandı.
Çiçeklerin üstünden çaresizce geçerek ve
bir böceği ezerek, titretti ölümü. Gün
bugündü. Dün günündü. Yarın geldi çattı.
Şimdi korku kalbini yerinden taşıyacaktı
neredeyse. Evet taşıyacak. Kalp taşınmaya
hazırlanıyorsa
göğüs
kafesinden,
toparladığı şeyler arasında yarınlara sarıp
sarmaladığı tek şey çocukluğudur. Bunu
görebiliyordu. Gürültülü trenler geçiyordu
üstlerinden. Ve saklandığı yerden
görebiliyordu annesi ve kardeşlerinin
üzerinde ani iniş yapan yolcu vagonlarını.
Görüyordu, tren, tek başına bütün olarak
inmiyordu göklerden. Parçalanarak ve
parçalamak üzere yolları, tel tel vagonlar
halinde, savrula yıkıla ve yıkarak umutları,
düşüyordu.
Saklandığı yerden izliyordu trenin
dumanlarını. Bir anlık bir hareketsizlik
kapladı etrafı, dikkat kesildi susmaya. O an
böceği hatırladı. Ürktü ve ürperdi hemen
ardından. Biraz daha hareket etmeden
ayaklarına baktı. Ayağını yavaşça kaldırırsa
eğer, bir ümit, yaşatabilecekmiş gibi onu,
öyle bir duanın kabulünü arz eder gibi
yavaş kaldırdı ayağını. O incelmişti. İncecik
olmuştu. Adeta bir kumaş gibi serilmişti
yere. Tutamadı kendini. Elini ağzına
tıkayarak ve ısırarak mor dudaklarını,
ağladı. Hıçkırıkları dolup taştı midesinde,
açlığı yatıştı. Ağladı, susuzluğunda
boğulacak gibi oldu.
Sesler duyuldu. Böceği unuttu, annesini
hatırladı, birde Selim’i ve kavruk saçlı
Lara’yı. Onlarla oynadığı oyunlarını aldı bir
eline umut niyetiyle, böceğe baktı,
annesi…
Annesi trenlerin dumanında, uykusu ağır.
Başka diyara meyilli, kâinata sağır.
İlerliyordu vagonlar, sesler geliyordu
yeniden ve enkazın içinden bir telsiz sesi
yankılandı, durdu, dinledi. Trenin indiği
yerde hiç yolcu kalmadığını öğrendi. Selim
ve Lara’yı özledi şimdiden. Elini sıkıştırdı
yine ağzına, hıçkırdı.
16