Aslında “akıl” ve “kalp” derken, bu kelimeleri ve kavramları bilerek ve doğru
kullandığımız söylenemez. Nitekim “akıl”, “rasyonel” ve “rasyonalizm”in ayrı ayrı
kavramlar olduğunu bilenimiz pek azdır. Bu ikilik ve ayrışma yüzünden İslâm dünyası
sadece siyasi birliğini değil, uygarlık anlayışını da kaybetti. Bu ikisi arasında bir denge
kurma arayışı hâlâ sürüyor. Oysa, akıl ve kalp arasındaki dengeyi Mevlamız Kur’an’da
bize gösteriyor” diyerek yukarıda geçen A’râf Sûresi 179.âyeti veriyor.
Bilenler bilir; Dr. Barkçin, Batı’ya düşmandır. Yani aslında şöyle dersek daha doğru olur:
Batıyı üstün, Doğu’yu aşağı görmenin düşmanıdır. Her dâim İslâm medeniyetini üstün
tutar. İslâm medeniyetinin bittiği mavalını okuyanlara “İslâm medeniyeti bitmedi” diye
bağırır. Barkçin, Batı’ya baktığımız kadar kendimize bakmamamıza düşmandır. Doğu’nun
kültür kızılelmasının tabir-i caizse “Batı kadar olma” olduğunun düşmanıdır. Dr. Barkçin,
Batı’nın aklı ön plana çıkarmasına; kalbi hiç görmeyişine karşı tavrını koyar. Batısız bir
medeniyeti aşağı görmenin düşmanıdır. Yukarıda da geçtiği üzere bu durumu “Aşağılık
kompleksi” olarak nitelendirir.”Doğu’nun kazanımları medeniyet anlamında bize yeter”
fikrindedir. Belki de Dr. Barkçin’i bizim nazarımızda üstün konuma taşıyan da budur. Bunu
eğitim hayatı Batı’da geçmiş birisi olarak söylemesi; aslında onun ne denli tecrübeli ve
“Batıtanırlığını” gösterir, kanaâtindeyim.
Yukarıdaki âyetten hareketle Barkçin diyor ki:
“Tek başına bu âyet -A’râf, 179.âyet-i kerime- bile içine düştüğümüz kompleksten ve
dengesizlikten kurtuluş yolunu gösteriyor: Akıl ve kalp birbirinden ayrı, birbirine zıt
melekeler değildir.”
Dr. Barkçin; bir iki parçayı değil; her şeyin bütüncül bir vaziyette daha güzel, daha anlamlı,
daha faydalı olacağını savunur. Tasavvufsuz bir ilim, fıkıhsız bir anlayış, sanatsız, müziksiz
bir kültürün olmayacağını ifâde eder. Bir mozaiği öne sürer aslında ve bu mozaikle var
olduğumuzu ve var olacağımızı ifâde eder. Nitekim aynı makalede şöyle geçer:
“Tefsir, hadis, siyer gibi “muhkem ilimler”in yannda; musikî, sanat, ticaret gibi alanların
da ilimler olduğunu kavrayacaktır. Sanat ‘sun’i’ değil; ‘aslî’ olan olan anlamına yeniden
kavuşacaktır. Asıl muhatabı halk değil; Hakk olacaktır. Müzikten mimariye, şiirden
ebrûya kadar… Şekil ile öz, anlam ile sembol, sanat ile düşünce yanyana gelecektir.
Mesela müziğin bir ‘tefekkür alanı, şiirin ise bir ‘tefekkür evi’ olduğunu anlayacaktır”
“Fıkıh” kelimesi üzerine…
Bu makalesinde Barkçin, belki de hiç eğilmediğimizi bir yeri işâret ediyor bize. Âyette
geçen “Yefkâhûne” kelimesi “anlamak, idrâk etmek” ile tercüme edilmiş. Bu kelime de
fıkıh ile aynı köktendir. Yani, fekuhe kökü…”
50