Mayıs 2019 mayıs2019 | Page 40

Nefâhat Celal Kuru Çalıştığımız taşeron şirket tarafından, büyük bir söyleşiye ev sahipliği yapacak olan belediyenin konferans salonunu temizlemek için gönderilmiştik. On kişiydik. Arkadaşlarım söyleşinin bitiş saatine kadar kahvehaneye gitmeyi teklif ettiler. Birisi, pişpirik oynarız, dedi. Diğeri, okeye dönmek varken ne piştisi oğlum, diye itiraz etti. Öteki, en iyisi batak, dedi. Ben bu oyunların hiçbirini bilmiyorum, dedim. Arkadaşlar gülüştüler, dalga geçtiler. Beni olduğum yerde bırakıp kahvehaneye doğru yürüdüler. Duvardaki afişte, dindeki hurafelerin anlatılacağı yazıyordu. Madem bir hoca gelmiş belki ben de istifade ederim düşüncesiyle salonun arka koltuklarından birine oturdum. Konferans salonu lebalep doluydu. Dinleyicilerin çoğu pırıl pırıl gençlerdi. Keyfim yerine gelmişti. Söyleşiyi yapan zatın cemâlini merak ettim. Karşımda takım elbiseli, kravatlı, başında takke dahi olmayan, sinekkaydı tıraş olmuş yüzü spotlar altında ışıldayan bir adam vardı. Belki böyle yüzlerce hoca görmüştüm ama her defasında şaşırıyordum. Alışamıyor, kabullenemiyordum. Hoca denilince muhayyilemde doğrudan dedem beliriyordu. Uzun sakalıyla, sarığıyla, sarığının kuyruğunu arkadan cübbesinin üzerine bırakışıyla beni kendisine hayran bırakan dedem.. Elbette hocalık, dervişlik bir hırka ile tac değildi ama ben şekilciydim. Kimsenin kınamasından korkmadan da şekilci kalacaktım. Kafamın içinde bunlarla cebelleşirken, hoca konuşmasını sürdürüyordu. Sesi gürdü. Hitabeti güçlüydü. 40