Nefâhat
Celal Kuru
Çalıştığımız taşeron şirket tarafından,
büyük bir söyleşiye ev sahipliği yapacak
olan belediyenin konferans salonunu
temizlemek için gönderilmiştik. On
kişiydik. Arkadaşlarım söyleşinin bitiş
saatine kadar kahvehaneye gitmeyi teklif
ettiler. Birisi, pişpirik oynarız, dedi. Diğeri,
okeye dönmek varken ne piştisi oğlum,
diye itiraz etti. Öteki, en iyisi batak, dedi.
Ben bu oyunların hiçbirini bilmiyorum,
dedim. Arkadaşlar gülüştüler, dalga
geçtiler. Beni olduğum yerde bırakıp
kahvehaneye doğru yürüdüler.
Duvardaki afişte, dindeki hurafelerin
anlatılacağı yazıyordu. Madem bir hoca
gelmiş belki ben de istifade ederim
düşüncesiyle salonun arka koltuklarından
birine oturdum. Konferans salonu lebalep
doluydu. Dinleyicilerin çoğu pırıl pırıl
gençlerdi. Keyfim yerine gelmişti.
Söyleşiyi yapan zatın cemâlini merak
ettim. Karşımda takım elbiseli, kravatlı,
başında takke dahi olmayan, sinekkaydı
tıraş olmuş yüzü spotlar altında ışıldayan
bir adam vardı. Belki böyle yüzlerce hoca
görmüştüm
ama
her
defasında
şaşırıyordum.
Alışamıyor,
kabullenemiyordum. Hoca denilince
muhayyilemde
doğrudan
dedem
beliriyordu. Uzun sakalıyla, sarığıyla,
sarığının kuyruğunu arkadan cübbesinin
üzerine bırakışıyla beni kendisine hayran
bırakan dedem.. Elbette hocalık, dervişlik
bir hırka ile tac değildi ama ben
şekilciydim. Kimsenin kınamasından
korkmadan da şekilci kalacaktım.
Kafamın içinde bunlarla cebelleşirken,
hoca konuşmasını sürdürüyordu. Sesi
gürdü. Hitabeti güçlüydü.
40