Araf
_
EMRE OCAKLI
Üç saate yakındır yürüyordu. Arabalar yanından son sürat geçerken alnından süzülen ter yanağını soğuk bir buz parçası gibi yakıyordu. Bir yere yetişecekmiş gibi hızlı yürüyor, buna rağmen on beş dakikada bir sigarasını yenilemekten geri kalmıyordu. Karmakarışıktı aklı ve ne zaman bir şeylere karar vermeye çalışsa uzun uzun yürürdü. Çoğu zaman da işe yarardı bu yürüyüşler; kafasını kurcalayan her neyse asla ona odaklanmaz, bambaşka şeyler düşünür, kendine masallar anlatıp, olmadık roller biçer ve oynardı. Yürüyüşünü bitirip evine döndüğünde ise kararını çoktan vermiş olurdu. Biliyordu ki bir konuyu saatlerce düşünmek çözüm değildi, çok yorucu bir işti ve bu onu yine saatlerce düşünmeye, yeni olasılıkların ortasına itecekti sadece.
Gecenin karanlığını arabaların farları ve otoyolun ışıkları aydınlatıyordu. Gözünü karartmış, kavga etmeye giden çocuklar gibi dimdik, hırslı ve kararlı yürüyordu. Saatin kaç olduğunun, ne zamandır yürüdüğünün farkında bile değildi; kendini yine olmadık hayallere bırakmış, sonucunda mutlu ve güçlü olduğu bir düşün içinde daldan dala geziniyordu. Ta ki çevresindeki ışıkların on kat daha arttığını görüp, çevresindeki kalabalığın anlaşılmayan bir uğultu oluşturduğu o sesleri duyana kadar. O kadar umursamaz ve dağınık bir haldeydi ki köprünün demir parmaklıklarından sarkan adamı, onu izleyen kalabalığın ve adamı ikna etmeye çalışan polislerin tam ortasında olduğunu fark edememişti. Üstelik intihar edeceğini söyleyen adama en yakın olan da oydu. Ürkek gözlerle etrafını saran insanlara bakarken, insanlar da ona şaşkın gözlerle bakıyordu. Kimseyi yanına bile yaklaştırmayan gecenin kahramanı bile gözlerini ona dikmiş, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“ Sen kimsin? Yaklaşma daha fazla!” diye bağırdı demirlere tek eliyle sarılmış adam. Yaklaşmaya niyeti yoktu zaten, sadece olduğu yeri anlamaya çalışıyordu. Kötü bir kâbustan uyanıp hâlâ orada olup olmadığını anlamaya çalıştığı ilk beş on saniye gibiydi. Aşinaydı bu duruma ama böylesi daha gerçekti. Pantolonunun arka cebinden sigara paketini çıkartıp bir sigara yaktı. Hâlâ şaşkınlığını atabilmiş değildi. Denizden gelen sert rüzgâr yüzüne bir tokat gibi indi, sigarasından derin bir nefes çekti aynı anda. Adama döndü; ağlamıştı, yüzünde bir pişmanlık, utanç ifadesi vardı. Kırk yaşlarında gibiydi, kendi gibi. Pişmanlık ve utanç duymak için en acımasız yaşlardaydı. İkisinden de kurtulmak çok zordu o yaşlarda, biliyordu. Polislerin ve kalabalığın tarafından sesler geliyordu ama dönüp bakmadı bile. Adamın tutunduğu demirlerin tarafından, denizin ürkütücü karanlığından esen rüzgâr çok güzeldi. Üstündeki teri yeni bir deri gibi vücuduna yapıştıracak kadar güçlü esiyordu rüzgâr. Neşelendiğini hissetti biraz … Adama dönüp,“ Kararını verdin mi?” dedi. Adam gözlerini kıstı, yüzündeki sıkıntı bir şeylerin arasına sıkıştığını bağırıyordu.“ Hayır.” dedi. Elindeki yarım sigarayı adama uzatıp,“ Belli oluyor. Acele etmelisin ama …”
Yavaş adımlarla kalabalıktan uzaklaşıp yoluna devam etti. Köprüdeki adamın ne karar vereceğini tahmin etmeye çalıştı ama bir sonuca varamadı. Zordu kararsız kalmak ve en kötüsü de kararsız kaldığın anlarda hiç olmayacak şeyler olur, seçeneklerin çoğalır ve aklın iyice karışırdı. Vereceğin karardan gitgide uzaklaşır, kendini bambaşka bir kararın eşiğinde çırılçıplak bulurdun.
12