İkinci bölüm olan Rüya, gürgenin gördüğü bir kâbus ile baş-
lar. Kabusta cellat yüzlü adamların kendini kesmeye geldiğini
fark eden gürgen, birden kanatlanır ve Beş Parmak Dağla-
rı’nın ardındaki küçük bir köye doğru uçar. Adamlardan kur-
tulduğu için sevinirken bu kez de köy meydanında toplanan
çocuklar tarafından kuş sanılıp sapanla vurulur ve yere dü-
şer. Kabustan uyandığı zaman gürgen, daha da umutsuzdur.
“İnsanlardan korkuyorum.
Hem de bu korkum, dallarım uzadıkça artıyor.”
Bu kâbus gürgeni insanlar tarafından kesildikten sonra ken-
disine ne olacağı üzerine daha fazla düşünmeye iter. Ak sa-
kallı meşenin anlattığına göre ağaçlar odun edilip yakılma-
dığı sürece dönüştükleri eşya sayesinde bir müddet daha
yaşamaya devam etmektedirler. Bu durum gürgen için bir
umut olur ve odun olup yanmaktansa tahta olup bir gitara, bir
pencereye ya da mavi boncuklu bir beşiğe dönüşmeyi diler.
“O halde, geleceğimizi belirleyebiliriz.
Kendi kaderimizi kendimiz çizebiliriz.
Dim dik büyürüz.
Böylece, odun olup yakılmaktansa, tahta oluruz.”
Üçüncü bölüm olan Direniş Yılları, gürgenin dik durarak
odun olmaya karşı verdiği mücadeleyi anlatır. Bu mücadele-
si başta ak sakallı meşe olmak üzere birçok ağaç tarafından
faydasız görülse de gürgen kendini güzel bir eşyaya dönüşme
hayali ile besler ve serpilip güzelleşmeye başlar.
“Üstelik, herhangi bir şeye karşı direnmek,
daha şimdiden güzelleştirmişti beni.
Varlığıma, benim bilmediğim birçok anlam katmıştı.”
Döndüm Baktım Sol Yanıma isimli dördüncü bölüm gürge-
nin umutlarına gölge düşüren bir kış sabahını anlatır. Uyan-
dığı zaman dostu köknar yerine karların üzerine dağılmış
dalları ile karşılaşır. Cellat yüzlü adamlar gece orman uykuda
iken onu alıp gitmişlerdir. Peki köknara ne olmuştur?
Mahpushanelere Güneş Doğmuyor isimli beşinci bölüm-
de köknar, yıllar sonra rüzgâr aracılığı ile onu merak eden
gürgene ve diğer ağaçlara acı gerçeği fısıldar. Ansızın kesilip
götürüldüğü o geceden sonra bir kapı olmuştur. Ancak bir
mahpushane kapısı.
“Keşke odun olsaydım da cayır cayır yakılsaydım,
dedi o da bize uzaklardan.
Haklıydı tabii.
Doğrusu, ben onun gibi mahpushane kapısı olacağıma,
bir köy okulunda tuvalet penceresi olmayı yeğlerdim.”
İki Misafir, Uzun İnce Bir Yol ve Avluda bölümleri gürgenin
koruyuculardan kaçan iki kaçak tarafından kesilip bir ma-
rangozun avlusuna bırakılma sürecini anlatır. Bu yolculuk
boyunca kendi gibi kesilen diğer ağaçlarla ve onların hayal-
leri ile, insanların dünyası ile, dertleri ile, nasıl ormandan ve
diğer canlılardan habersiz oldukları ile tanışır. Avluda aylar
süren bekleyişini insanlara dair yaşadığı hayal kırıklığı ve gü-
zel bir eşyaya dönüşme ümidi ile tüketir.
/zine
kaybolandefterler
İnsanın Dramı, Yine Bir Yol Göründü Garip Serime ve Ben
de Bilmem Nice Olur Hallerim bölümlerine gelindiğinde
ağaçlar, elinden yeni bir hayata geçiş yapmayı bekledikleri
marangozun, oğlunun şehit düşmesi ile gün gün elden ayak-
tan düşmesine ve nihayetinde ölümüne şahitlik ederler. Ma-
rangozun ölümünden sonra maddi sıkıntıya giren karısı ve
çocukları atölyeyi içindeki ağaçlar ile satmak zorunda kalır.
Gürgen ve arkadaşlarına yeni bir yol görünür. Sonu askeri
bir atölyeye varan bir yoldur bu. Artık ne olacaklarsa burada
olacaklardır.
“Bana kalırsa, d urum hiç de iç açıcı değildi.
Askeri bir atölyedeydik çünkü.
Ne yapılacaksak, aşk ile sevgi ile değil de
verilecek bir emirle yapılacaktık.
Bu yüzden, dünyanın en şirin eşyasına bile dönüşsek,
çürüyüp yok oluncaya dek,
verilen emirin izi kalacaktı alnımızda.
Güzelliğimiz o emir ile zedelenecekti.”
Son iki bölüm olan Kara Gözlerini Sevdiğim Oğlan Oldu
Bize Olan Oldu Bize Olan ve Utanç Dağları’na gelindiğin-
de serüvenin başından beri bir masal dinlemek için koşan
okur bir uçurumdan yuvarlanır. Bekledikleri atölyeden bir-
kaç asker tarafından seçilen gürgenin de içinde olduğu bir
grup ağaç başka bir marangoza teslim edilir. Yüzü gülmeyen
dokunduğu ağaçları hissetmeyen bir marangozun elinden
kesilip biçilmiş, yontulup çakılmış, bir dar ağacı olarak çıkar
gürgen. Ve avluya, eşi benzeri bulunmayan çok önemli bir
şeymiş gibi, insanların içinde yatan vahşiliğin gözle görülür
bir şekli olarak dikilir. Alnına çakılan çengele sabunlu bir ip
bağlanır. Gencecik bir gövdenin kurumuş dal gibi sallandığı
bir gövde olarak utanç içinde kalır.
Ben Bir Gürgen Dalıyım, ne bir çocuk kitabıdır ne de bir
masal. Hasan Ali Toptaş’ın bilinçli olarak arafta bıraktığı
bir söylencedir. Hatta bölüm başlıkları ile insanlığımıza dair
yaktığı bir ağıttır. Bencilliğimize ve kendimiz dışındaki her
şeye karşı körlüğümüze dair bir özeleştiridir. İnsanın eşya
ile kurduğu ünsiyeti, empati kurarak kavratmaya çalışmış-
tır. Eşyanın da ruhu vardır, her familyanın kendi içinde bir
dünyası vardır fikrine ulaştırır okuru. Toptaş, bazı dertlerin
yetişkinlerle yetişkince konuşulup anlatılamayacağını bildiği
için onların çocuk yanlarına seslenmiş, hassasiyetlerini hu-
zursuz etmiştir.
“Her şey gibi, o da insanda başlayıp insanda biterdi.
Bu yüzden, cepheler falanca dağda ya da falanca ovada değildi.
Cepheler, bütün acımasızlıklarıyla insanoğlunun içindeydi.
Toprağı titrete titrete yürüyen tanklar,
art arda gümbürdeyen toplar ve durup dinlenmeden
kurşun kusan tüfekler insanoğlunun içindeydi.
Hatta, henüz icat edilmemiş silahlar da
insanoğlunun içindeydi.
Yani, insan bir savaş alanıydı.
Ceket, gömlek, pantolon ya da etek giymiş, kravat takmış,
tıraş olmuş, kokular sürmüş bir savaş alanı.
Gülümseyen bir savaş alanı.
Öpen hatta okşayan, konuşan, susan,
çiçekler alıp çiçekler veren bir savaş alanı…
Peki, bir barış bahçesi olamaz mıydı aynı insan?
Şöyle, güllerin kuş cıvıltılarına,
kuş cıvıltılarının güllere karıştığı,
mutlu yüzlerle dolu rengarenk bir barış bahçesi?”
11