‘’Seyir, gerçeği görmek adına yetersiz de olsa,
kokusunu taşıyabilir hakikatin…’’
Nihayet denizi gördüğünde fotoğraf makinesini boynuna astı. Çevreye iyice
bakındıktan sonra deniz kenarına yaklaştı ve dolmuşta bulduğu o sayfayı
okuduğundan bu yana balıklara ikinci kez bu denli yaklaştı. Fotoğraf
makinesini rastgele kaldırdı, rastgele...
‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz
biliyor musun?’’
Umut ettiği bir şeyler olmaksızın hareket eder miydi insan? Kamerasını ne
diye suya doğrultmuştu o zaman? Ne düşünüyordu? Bir balığın ona poz
vermesini mi? Hem de suyun yüzeyine doğru!
Çekeceği yetmiş kare pozu burası için kurgulamıştı, fotoğraf makinesi bir
olta olacaktı! Önce yemini objektife dolayacak sonra gökyüzüne doğru
sallayacaktı... Hesaplarına bakılırsa güneş dönene kadar yetmiş kare poza
ulaşabilecekti. Toplamda yüz elliye yakın çekimden, istediği durumda olan
yetmiş pozu yakalayabilecekti. Kamera gökyüzüne doğru yükselecek, suya
dalacak, içeridekileri selamlayacak, su yüzüne doğru yüzecek ve yeniden
karaya dönecekti.
Gelişi güzel resimler çekecekti öncelikle. Bunu yaparken basit bazı yöntemler kullanacaktı; optik yaklaştırmalar, diyafram oyunları, kadraj bozmaları,
gren dereceleri... Aklına yer etmiş bir kağıt parçasına kendince yapacağı bir
gönderme içindi bütün bunlar... Ne de olsa insanlar tornadan çıkma gibi
aynı değildi, bu resimlere bakanların her biri ayrı şeyler görecekti. Belki de
bu sebeple yaptığı şeylerde demek istediklerini, üstüne basarak göstermemişti hiç, burada da öyle olacaktı...
Çekimlerdeki son pozu yoldan geçen bir çocuğa çektirmek istemişti, şu
henüz kimsenin hayır demediği ve kendi uydurduğu usulle... Bir kaç şey
anlattıktan sonra kamerayı oralardan geçen bir çocuğa bırakacaktı. Neler
olacağını merak ediyordu.
Kamerası ucundaki yemle yukarı doğru yükselmiş, belli bir eğimle suya
düşmüş, ağırlığınca derinlere inmiş, bazı balıkları yakalamış ve yeniden
suyun yüzüne çıkmış etrafı seyrediyordu. Şimdiyse onu makarasından
sarıp karaya çıkaracak çocuk oltanın başına geçmişti...
Ensesine kadar sarı saçları olan büyük gözlü bir çocuktu. Annesinin elini
bırakıp suya yaklaşmıştı. Bunu fırsat olarak gördüğünde neler olacağını
bilmeden çocuğa yaklaşmıştı. Ona sadece bir kaç küçük şey anlattı,
anlayacağı dilden bir resim çekmesini istedi. Çok konuşkan bir çocuktu;
geleli henüz beş dakika olmamasına rağmen soruları bu sürenin üç katıyla
seyrediyordu. ‘’Bu olta mı, bu fotoğraf makinesi mi, bu amcaların balıkları
mı bitmiş, bu amca güneşten mi böyle eskimiş?’’ Böyle bir çocuğun yanında
bittiğini gördüğünde söylendi; ‘’Esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’
25