Kınanma, ayıplanma, toplumdan |
||||
dışlanmanın ötesinde |
||||
bir yaptırım gücü olmayan |
||||
ahlak kuralları, özgürlüklerin |
||||
egemen güce devredilmesiyle |
||||
birlikte yerini daha kurumsallaşmış |
||||
bir yapı olan hukuka |
||||
bıraktı. |
||||
22 |
değildir; aksine, derin bir vadide akan nehir gibi etrafındaki koşullara göre şekil alır. Doğadaki canlılar, hak arama sorununu kendi toplulukları içinde belirlenmiş keskin rol ve statülerle çözerken, çok daha karmaşık sosyal ilişkiler içinde yaşayan insanlar için bu durum daha büyük bir mesele haline gelmiştir. Gıdaya, barınmaya ve eş bulmaya erişimde kimin öncelikli olacağı; doğadaki görece kıt kaynakların nasıl dağıtılacağı sorusu, insan zihnini meşgul etmeye başlamıştır. Doğadakine benzer bir çözüm yoluna gidildiğinde güçlünün, iri olanın, atletik olanın güçsüze, zayıfa, çelimsiz olana mutlak bir tahakkümü söz konusu olacaktır. |
leyeceğiz. O halde bu egemen gücün sınırları nerede başlayacak ve nerede bitecek sorusu da bizi asıl konumuza yaklaştıracaktır.
Doğa durumunda herkes özgürdür varsayımından yola çıkıldığında hiç kimsenin başka bir kişi üzerinde ahlaki bir yetkisi olmadığı kabul edilmelidir. Bir egemen güçle akdedilen sosyal sözleşmeyle birlikte toplumu oluş-
|
runması gerekliliğini de beraberinde getirecektir. Doğa durumunda hakların kullanılması ve korunması bir nevi bireylerin yapabilme güçlerine bağlıydı. Güçlü olanın, yapabilme kudretine sahip olanların kendi haklarını kullanması, diğerlerinin haklarına tecavüz etmesi, başkalarının haklarını kullanmalarının önüne geçmesi sadece kendi iç dünyalarındaki bir hesaplaşmanın tezahürü olarak gerçekleşmekteydi. |
|
Jean-Jaques Rousseau:“ Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip“ Burası benimdir” diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu.” sözüyle medeniyetin ortaya çıkışını mülkiyet kavramıyla ilişkilendirmektedir. Mülkiyetin ortaya çıkışını Rousseau gibi açıklayabildiğimizi varsayarsak bu defa da mülkiyetin elde tutulabilmesi sorununu çözmek gerekecektir. Biraz Hobbes’ çu bir bakış açısıyla“ İnsan insanın kurdudur.” Diyerek doğal durumunda karmaşa içinde devinen dünyadaki bu düzensizliği ortadan kaldırmak adına özgürlüğümüzü devrettiğimiz egemen bir gücün olaylara el atmasını bek- |
turan bireyler düzeni sağlamak için kendi özgürlüklerinden vazgeçmişler ve egemenin gücünü tanımanın ahlaki bir yükümlülük olduğunu kabul etmişlerdir. Bu sözleşme aynı zamanda bir hakkın devri niteliğini de taşımaktadır. Yukarıda doğal yaşamda hak kavramı olmadığından bahsedilmişti. Hak için, irade kudreti, hukuk düzenince korunan menfaat veya hukuki ödev tanımlarından hangisini seçilirse seçilsin insanların bir arada yaşamaya başladığı, karmaşık sosyal ilişkiler kurduğu, esnek veya katı iş birlikleri geliştirdiği bir düzlemde hak sahibi olmak birey olmanın mütemmim bir cüzü olarak karşımıza çıkacaktır. Hak kavramının doğuşu bu hakların kullanılması ve ko- |
Güçlünün sürekli ve önlenemez tahakkümü elbette bireyler arasındaki iş birliğini zedelemekte, son kertede güçlü olanlar da dahil olmak üzere herkese zarar vermekteydi. Bu noktada bir arada yaşamanın getirilerinden mahrum kalınmaması adına yani bizzat o topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ahlak kavramını icat etti insanoğlu. Kınanma, ayıplanma, toplumdan dışlanmanın ötesinde bir yaptırım gücü olmayan ahlak kuralları, özgürlüklerin egemen güce devredilmesiyle birlikte yerini daha kurumsallaşmış bir yapı olan hukuka bıraktı. Meşruiyetini egemenin otoritesinden alan ve bir nevi egemenin emri niteliğinde olan hukuk, elinde tuttuğu yaptırım gücüyle hakla- |