Haziran 2019 haziran2019 | Page 29

Orhan Pamuk’a yanlışlıkla verilen edebiyat ödülü, artık gerçek sahibini, yani beni, yani eserleriyle milyonların gönlünde taht kuran adamı bulmuştu. Ödülü aldım, salondaki alkış eşliğinde ödülü havaya kaldırdım. Çılgınca alkışlar arasında sahneden inerek yerime giderken, herkes bana doğru geliyordu, üzerime üzerime geliyordu, boğulacak gibi oluyordum ki, kendime geldim. Bulmaca çözerken uyuyakalmışım. Saat kaç acaba diye cep telefonuma uzandım, ooo çok iyi saat sekiz olmuş. Kalktım, eşim kahvaltı hazırlamaya başlamıştı. Ben de yardım ederek birlikte masayı kurduk. Yayınevine vardığımda saat 09.55’di. Yani görüşmeye beş dakika var. Çok dakik birisiyimdir. Kapının önünde bir iki dakika oyalandım ve tam 09.59’da içeriye girdim. Sanırım editörümle buluşup tokalaştığımda saat 10’u gonkluyordu, gonklu saat olsaydı eğer. Saat gonklarken, yüreğim de zonkluyordu. Korktuğum gibi olmadı, o da benim gibi, sizin gibi bir insandı. Normal birisiydi, doğaldı, sıradandı, belki de sıradan olmayan bendim. Geceden beri boş yere kâbuslar görmüşüm. Editörüm ilk iş olarak sözleşmeleri imzalattı, sonra yanıma bir eleman vererek fotoğraf çekmeye yolladı. Yayınevinde görevli elemanın adı Tahsin’miş. Tanıştık, yolda konuşa konuşa gittik. Hoş sohbet birisiydi. Fotoğraftan çok iyi anlarmış. Ben de yazıdan çok iyi anlardım, ne var yani diyecektim, vazgeçtim. Ama gerçekten fotoğraftan çok iyi anlarmış. Her pozun bir anlamı olduğunu, her resmin doğru mesajı vermesi için dikkatle ayarlanması gerektiğini söyledi. Işık önemliymiş, moral önemliymiş, hava durumu önemliymiş, yıldızların o gün hangi burçta etkili olduğunun bile önemi varmış. Çeken adam bütün bunları bilmeliymiş, eli titrememeli, kendisini de fazla kasmamalıymış. Gündüz ayarı, gece ayarı, bulutlu havanın ayarı, açık alanın, kapalı alanın ayarı derken, benim ayar iyice kaçtı. O konuşuyor, ben aval aval dinliyorum. Hani ben de fotoğraf çekerim ama cep telefonunun yönlendirmesiyle. O her fotoğrafa çeşitli anlamlar yüklerken, bir fotoğrafçının önünden geçtik. “Buna girelim” dedim, diyen ben miyim? Her fotoğrafçıda fotoğraf çekilir miymiş, adamı çirkin çıkarırlarmış, ucubeye benzetirlermiş, robot gibi çıkarmışsın.. “Ben deminden beri sana ne anlattım” dedi, özetleyerek mi söylesem diye düşündüm, sustum. “Fotoğraf çekmek de, fotoğraf çektirmek de bir sanattır. Hele hele birisini fotoğraf çektirmeye götürmek, sanatların en büyüğüdür. Şu anda ben bunu yapıyorum. Yıllardır bu işte en iyisiyim. Benim Nobel fotoğraf çektirme ödülü almam lazım” dedi, dinledim sadece. Sanırım bu genç arkadaş da ara sıra benim gibi rüyada şöhret olduğunu görüyor olmalıydı. Yürümekten ayağıma kara sular inmişti. Beyoğlu’nda izbe bir sokağa girdik. Sokağın görüntüsü insanı ürkütüyordu. Tamam, eski evlere meraklıydım ama bunlar öyle değil, üfürsen darmadağın olacak gibi. Ahşap bir binanın önünde durduk. Ahşabın rengi, binanın birkaç yüz yıllık olduğunu adeta haykırıyor, haykırırken de “sakın içeriye girmeyin, yıkılırım” der gibi uyarıcı görevini görüyordu. 29