FUSKA MAG 1 | Page 36

asdsa

Blade Runner (Ridley Scott, 1982)

Philip K. Dick'in Do Androids Dream of Electric Sheep? isimli, siberpunk akımının öncülerinden kabul edilebilecek romanından uyarlanan bu kült filmi henüz izlemediyseniz ve izlemeyi planlıyorsanız, director's cut ya da final cut versiyonlarını bulup izlemeye çalışın, diğer montajlarından itinayla uzak durun. Hikaye değişmiyor tabii ki ama hikayenin taşıdığı saklı anlamlar ciddi ölçüde değişiyor (tek bir rüya sahnesi mesela filmin bütün okumasını değiştirebiliyor), üstelik bazı versiyonlardaki acele edilmişlik hissiyle anlatıcı sesi de sinir bozucu olabiliyor. Bana kalırsa zamanında stüdyonun dayatmış olduğu romantik sonla değil yönetmenin uygun gördüğü sonla izlenmeli bu mükemmel film.

Filmimizin konusu şöyle: Yıl 2019, yer Los Angeles, dünyamız, insanların seri halde insana çok benzeyen ve kendilerine "replika" denilen androidler ürettiği bir yer olmuş. Dünyanın dışındaki tehlikeli operasyonlarda köle gibi çalıştırılan ve ömürleri sadece birkaç yıl olan replikaların dünyaya ayak basması yasaktır, olur da basarlarsa "blade runner" denen polisler tarafından avlanırlar. Harrison Ford'un canlandırdığı Deckard bu polislerden biridir, ama emekliye ayrılmıştır. Uzaydaki bir koloniden kaçarak yaşam sürelerini uzatmak ve bu köle gibi yaşama isyan ederek sorumluları bulmak için bir uçak kaçırarak dünyaya gelen bir grup replikanın yakalanıp yok edilmesi için tekrar göreve çağrılır.

Der Himmel über Berlin (Wim Wenders, 1987)

Damiel ve Cassiel isimli iki melek üzerine bu film. Alıştığımız meleklere pek benzemiyorlar - mesela bol bol sohbet ediyorlar ama hiç Tanrı lafı etmiyorlar, bolca kütüphanede takılıyor, insanların koruyucu melekliğini yapmıyor, olaylara müdahele etmiyorlar. Berlin'in bir ucundan diğerine sallana sallana yürüyüp arada trene biniyor, bazen de çatılara çıkıyor ve insanların düşüncelerini dinliyorlar. Meleklik kutsal falan ama, çok yalnız bir iş tabii (ortasından yükselen ve insanlarla fikirleri ayıran duvarıyla şehrin kendisi bile yalnız). İnsanların ruhlarını rahatlatabiliyorlar, ama onları rahatlatacak kimse yok. Yüzyıllar boyunca hiçbir geceyi uyumadan, insanların varoluşsal mızmızlanmalarını dinleyerek geçirmek çok yorucu bir iş. Arada bir bir meleğin sıkılıp isyan etmesine şaşmamak gerek öyleyse. Damiel gerçek bir varoluşun basit, kaba zevklerini tatmak istiyor: yemek yemek, sırtında rüzgarı hissetmek, yalan söylemek, bir kediyi beslemek... Bir sirkte çalışan Marion'a aşık olmaya başlaması da tuzu biberi. Bu Alman filminin Nicolas Cage ve Meg Ryan'ın oynadığı, City of Angels isimli bir Hollywood uyarlaması var ki, korkunç. Eğer City of Angels'ı biliyorsanız bu sizi Der Himmel Über Berlin'i görmekten vazgeçirmesin, ikisinin alakaları yok, o aptal film de uyarlamadan çok esinlenme olmuş zaten.

Nineteen Eighty-Four (Michael Radford, 1984)

Devletin vatandaşlarına geçmişi baştan yazdırma yoluyla tarihi yeniden yazarak, sözcüklerin anlamlarını değiştirerek, düşünce polisiyle insanların düşüncelerine bile sızarak kitleleri kontrol ettiği totaliter bir rejimde geçen Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell'in distopyanın üç büyüklerinden biri kabul edilen aynı adlı romanının beyazperde uyarlaması. Mahremiyetin kalmadığı, her evde içindekinin hareketlerini izleyen tele ekranların olduğu bir dünyada (Big Brother is watching!) düzene başkaldıran kahraman Winston Smith'i canlandıran John Hurt'ü, yıllar sonra V for Vendetta'da, totaliter diktatör Adam Sutler rolünde görüyoruz. Çok iyi bir film değil Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, ama kitabın atmosferini yaşatma konusunda çok başarılı ve aksiyona abanmak yerine diyaloglara özen göstererek kalbimi çalan distopik filmlerden.