FUSKA MAG 1 | Page 37

fUSKA MAG FİLM fUSKA MAG FİLM

33 FUSKA MAG FUSKA MAG FUSKA MAG FUSKA MAG FUSKA MAG 34

Brazil (Terry Gilliam, 1985)

Yine aynı romandan, yani Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ünden esinlenerek (Nineteen Eighty-Four'dan farklı olarak uyarlama değil de esinlenme yani) çekilen Brazil'in kahramanı Sam Lowry, bürokrasi içinde hapsolmuş, her gün aynı şeyleri tekrarladığı kağıt ve dosya yığınları içindeki işinden bunalmış bir devlet memurudur. Dalgınlık anında yapılmış ufak bir evrak hatasının sizi vatan haini yapabileceği bir dünyadır burası, Sam'in minik hatası da tamamen masum bir adamın tutuklanmasına neden olur. Düşlerinde sürekli kurtardığını gördüğü kadın da bu noktada ortaya çıkar; Jill Layton isimli bu güzel kadın terörist olmakla suçlanmaktadır. Hatayı düzeltmeye, problemi çözmeye çalışır Sam, ama her şey gitgide daha kötü karışır birbirine. Yaşamın her alanına yayılmış bürokrasiyle, hükümetle ve kibirli tüketici toplumuyla dalga geçen, çok eğlenceli, ama sonuyla seyirciyi kötü eden bir film Brazil

Delicatessen (Marc Caro & Jean-Pierre Jeunet, 1991)

Amelie, A Very Long Engagement ve The City of Lost Children'ın yönetmeninin bu üç filmden de önce, 91 yılında Marc Caro ile birlikte çektiği bir film olan Delicatessen belirsiz bir gelecekte, eti için avlanacak hayvanın kalmadığı, yiyeceğin inanılmaz değerli bir hale geldiği ve hatta para yerine kullanıldığı bir toplumda geçiyor. Hikayenin merkezinde, zemin katında bir şarküteri/kasap dükkanı bulunan bir apartman var; apartmanın sahibi şarküterinin de sahibi ve açlıktan ölme sınırında olan kiracılarını esrarengiz ve lezzetli bir yiyecekle beslemeye başlıyor: insan etiyle. Binanın kapıcısı ne ilginçtir ki gizemli bir şekilde kayıplara karışınca, eski bir palyaço olan Louison işe alınıyor, fakat kasabın genç kahramanımız için olan planları, Lousion'un akıbetinin ilk kapıcınınkinden pek farklı olmayacağına işaret ediyor. Kahramanımız hayatta kalmak için yeraltında, kanalizasyonda yaşayan vejetaryen özgürlük savaşçıları ve kısa sürede gönlünü kaptırdığı kasabın güzel kızından yardım almak zorunda. Şahane oyunculuklarla dolu, harika bir atmosfere sahip, tuhaf mı tuhaf ve eğlenceli bir film Delicatessen.

Twelve Monkeys (Terry Gilliam, 1995)

Bu listedeki filmler arasında birkaç has favorimden biri sayılabilecek Terry Gilliam şaheseri Twelve Monkeys, 2035 yılında, beş milyar insanın otuz sekiz yıl önce yayılmaya başlayan ölümcül bir virüs sonucu yaşamını kaybettiği, geride kalan %1'lik nüfusun yeraltına tıkıştığı bir dünyada başlar. Bruce Willis'in canlandırdığı mahkum James Cole karakteri, dünyanın eski haline döndürülmesi, belki de hiç yitirilmemesi için yapılacak olan zaman yolculuğu deneyine katılmaya ve 1990'lara giderek ölümcül virüsle ilgili bilgi toplamaya gönüllü olur - bunun karşılığında cezası sıfırlanacak ve serbest bırakılacaktır. Geçmişe yaptığı yolculuk sırasında tutuklanıp bir akıl hastanesine gönderilen Cole, burada doktoru olacak Kathryn Railly (Madeleine Stowe) ve keçileri iyice kaçırmış oda arkadaşı Jeffrey Goines (Brad Pitt) ile ilişki kurar, tesadüfe bakın ki Goines milyarlarca insanı öldüren virüsün kaynağı olduğuna inanılan ünlü bir viroloji uzmanının oğludur. 12 Maymun nefis kurgusu, yavaş yavaş tamamlanan puzzle'ı ve akıllıca twist'leri, zaman yolculuğu teması ve kahramanın zamanda ileri geri sıçramalarıyla alıştığımız post-apokaliptik filmlerden çok daha farklı yerlere gitmesi ve tüm dünyayı koca bir akıl hastanesiymiş gibi gösteren şahane atmosferiyle olağanüstü bir film.

Gattaca (Andrew Niccol, 1997)

İnsanların yüzyıllar boyu tenlerinin renginden ya da dinlerinden ya da milletlerinden dolayı uğradığı ırkçılık, çok da uzak olmayan bir gelecekte geçen Gattaca'da "genlere dayalı ırkçılık" olarak çıkıyor karşımıza. Film, gen mühendisliğinin akıl almaz düzeylere vardığı, kafayı genetik uyumluluklarla bozmuş bir toplumda hayallerinin peşinden koşmaktan ürkmeyen, hatta bunun için bir hayli ileri gitmeyi göze alan Vincent üzerine. Doğal doğumlarla dünyaya gelmiş insanlar baştan invalid yani geçersiz kabul ediliyor artık, devletten üçüncü sınıf insan muamelesi görüyor ve sadece kapıcılık, tezgahtarlık, temizlikçilik gibi işlerde çalışabiliyorlar. Genleri baştan ayarlanmış ve geçerli sayılan, test tüpleriyle dünyaya gelmiş, gen haritaları neredeyse kusursuz olan insanlarla boy ölçüşebilmelerinin imkanı yok. Oysa normal yollarla dünyaya gelmiş Vincent'ın kendini bildi bileli hayali uzaya gitmek. Genetik haritasının şu anki durumuyla NASA'ya çaycı olarak bile giremeyecek olan kahramanımız, ona DNA'sını ödünç verebilecek Jerome adında kusursuz genlere sahip fakat bir araba kazası sonucunda sakat kalınca her şeyden elini eteğini çekmiş bir geçerli bulur ve Jerome'un kan, saç ve idrar örneklerini kullanarak onun kimliğine bürünür. Hayallerinin mesleğine kavuşur, hayallerindeki kızı da bulur. Uzaya gitmesine bir hafta kalmışken Vincent'ın müdürü öldürülür ve işyerinde Vincent'ın sırrını tehlikeye atacak geniş çaplı bir polis soruşturması başlar.

Yüksek bütçeli olmayan, neredeyse hiç özel efekt kullanmayan, içinde tek bir CGI patlamasına ya da devasa boyutta ahtapota benzeyen uzaylılara rastlanmayan, ama anlattığı insan olmakla ilgili hikayesi, son derece ilginç karakterleri, harika sinematografisi ve Ethan Hawke, Jude Law ve Uma Thurman üçlüsünün akılda kalıcı oyunculuklarıyla sadece distopik filmler arasında değil, tüm bilim kurgu filmleri arasında çok özel bir yeri olan, az bilinen şahane filmlerden Gattaca.