Sayfa 19
At kuyruğu saçları, buğdaya çalan teni, kuş yuvası renkli gözleriyle o çocuk Hakkari’de
diyaliz makinesine girecekmiş.
Devletin baba adamlarının övüne övüne bitiremediği hastane, yönetim basiretsizliği
nedeniyle minnacık bir çocuğun tedavi görmesine olanak yaratamamış.
Ve onlar…
Ve biz…
Ve siz…
Ve diğerleri…
İnsan olduğumuzu sav edip duruyoruz.
O minnacık beden, o eli öpülesi çilekeş, vefakar anne dünyada olup bitenden habersiz
kendi dünyalarına dalmışlar. Çocuğun sağlık sorunu onlar için özgürlük mücadelesi, ekmek
davası, ekolojik dünyadan kat be kat değerli ve anlamlıydı.
Yol boyunca çekingen bakışlarla bakındı bizlere, konuşmadı hiç. Ama içinde olduğu
durumun farkında gibi bakışlarında bize ait dışarıdaki dünyaya ait bir çığlık vardı. Bir
serzeniş, bir sitem duruyordu.
Oraya odaklanmıştım, odaklanmıştık. Bize yüksek sesle sitem eder dedik, bağırır dedik,
olmadı.
Oysa sular geçiyordu minibüsün geçtiği yerlerin etrafında, güneş yanıyordu, yeşil renkli
bitkiler ergenliğe girmek üzereydi, zerdali ağaçları meyve vermeye başlamıştı, elmalar al
yanaklı olma çağındaydı…
Yaz havası işte…
Ancak o anne ve kız çocuğunda bir karakış bezginliği, çaresizliği, bitimsiz dermansızlığı
vardı…
Zap suyuna ilişti bir vakit gözlerim, azgın aktığı, taştan taşa çarptığı anlardan yükselen o
su parçacıklarının derman olup, o minnacık bedene ulaşmasını diledim bir an.
Bir türlü kopamıyordum…
Vicdansızdım… Ağlamaklıydım…
İçeride soluduğum havanın zehir olmasını istedim, sadece benim soluyacağım ve sadece
benim ölebileceğim…