|10|
İkinci haftamızın son günü mesai başladığında çağırdı beni yanına. “Şu pervaneler temizlenecek! Öğle arası halledersin! Yemeğe erken yollarım! Dinlenmeni işi bitirince yaparsın!” Sanki bir komutan... Üç paydosunda temizlesem olmaz mı, dedim, orası boyalı ve daracık. Pervanelerle çevresinde bir karış yağ. Giysilerim kirlenir, pis pis kalmayayım paydosa kadar. Boya tabancasını çırağının eline tutuşturdu, dişlerini gıcırdatıp gitti. Çırağın yüzünde güller açtı. Uçuyor mutluluktan. Can atıyor iki dakika boya atsın. Bir dediğini ikiletmiyor, kuklası olmuş ustasının. Şu işi bir kapsam hayallerinde…
Üçüncü hafta baştan sarmaya başladı halam: “Bu tabakhaneler çok can yakmıştır. Sizin yaşınızdakiler ne ki çekirdek çerez. Yetişkin kadınları dillere düşürür; evlerinden, ocaklarından, çocuklarından ederler alimallah…” İlk görüşte gözlerini üzerimize dikip ağzı bir karış açık bakan, otuz iki dişi meydanda sırıtan, tehditkâr tavırlıların değiştiğini söylediğimde: “Her yerde böyledir bunlar” dedi. “Önce bir yoklarlar. Bakarlar ki tahmin ettikleri gibi değil. Abla kardeş, teyze, yenge ederler kendilerine… Siz vidaları gevşetmeyin, güven olmaz…” Gözdağından, uyarılmaktan bunalmıştım artık: “Ne diye bu tabakhanelerde çalışıyoruz, bu kadar tehlikeli yerlerse! Yok mu başka iş?” “Olmaz mı? Dökmüşler yollarımıza dönüp bakmıyoruz. Burnumuzun büyüklüğünden, ille boklu dere ille boklu deri koklayacağız diye diretiyoruz. Yürüyerek gidilecek başka iş mi var! Kız yürü! Geç kalmadan varalım. Daha ilk günlerden gözüne batmayın müdürün.” “Komutan desene şuna...” “Komutan! ” Çalışırken, yollarda gidip gelirken dilsiz gibi duran ablam konuştu sonunda: “Albaymış o adam. Kimi istifa etmiş diyor kimi de…”
“Susun bakayım. Ele ne, bize ne. Kimse kim. İki ay oldu duymamışım böyle şey. Kim yumurtladı bu yalanları.” “Tav dolaplarındaki Mustafa Dayı dedi.” Ablamın kolunu çimdirdi: “Kız ne ara gittin tav dolaplarına!” Yetiştim imdada: Gitmedi. Konuşurlarken duyduk. Terasta derileri sererken.
“Her yer bunların. Fabrikalar, atölyeler, resmi daireler, tabakhaneler, batakhaneler, kumarhaneler, kerhaneler… Her yer askerlerin eline geçmiş. Ajanlığa gelmiş anlayacağın…” Halamın saçları diken dikendi eşarbının altında: “Sakın! Sakın duymayayım bir daha. O nasıl laflar öyle!” Ablam: “Onlar dedi.” “Desinler! Kim ne derse desin! Siz demeyin! Duymayın! Görmeyin! Konuşmayın! Başınız yanar...”
Perşembe günü yemeklerle ilgili bir konuşma oldu. Karı koca bir çift vardı. Kadın mutfakta adam deside çalışıyor. “Firmayı değiştirmelerini isteyelim” dedi bizim ustaya. O da “Bakarız” deyince berikiler canları sıkkın oturdular. Ben de gerçekten çok kötü bu yemekler dedim. Üzerinde bir karış donuk yağ, ağır koku. Sebzeler yağ tabakasının üstüne çıkamayacak kadar az ve… Ağzıma tıkadı lafı. “Evinde böyle yemek yiyebiliyor musun? Üç çeşit…” Nereden biliyorsun yemediğimi dedim. Hem evimizde üç çeşit yemek yiyemiyor olmamız işyerlerimizde bu kadar kötü yemekler verilmesine gerekçe gösterilemez… Saldırgan hareketlerle ayağa kalktı. Burnundan soluyarak; “Beğenmiyorsanız yemeyin!” dedi. Giderken, sen memnunsun diye herkes beğenecek değil, diye seslendim arkasından. Patır patır indi merdivenlerden. O da çalışan. Daha iyi yemekler istenmesinden neden rahatsız oldu, dediğimde yemeklerden şikâyetçi olan desici konuştu: ‘Buralar senden sorulur. Tüm yetki sende.’ demiş Albay. Bu nedenle söylediklerine itiraz edilmesine tahammülü yok. Sorun çıksın istemiyor. Defalardır söylüyoruz iletemiyordur korkusundan…” Korkuyorsa bizler söyleyelim.
Halamla muhasebeci Hurşit gülerek yemekhaneye girdiklerinde konu dağılmış oldu. “Ladese tutuştuk” dedi muhasebeci, “yarın dondurmalar Safiye’den.” “Pışşııık” yaptı halam. Karşılıklı konuşmalarla donmuş yağları katmanlaşmış yemeklerinin başına geçtiler. Birbirlerine tuzluk uzatmalar, sürahi, bardak ekmek verip kandırmaya çalışmalarını fırsat bilip aşağıya indim. Müdür odası girişten sola ayrılan koridorun sonundaydı. Kapısını çaldım, kendimi tanıttım. Kahvesini içerken rahatsız edilmenin soğukluğuyla dışarıda beklememi emretti. Camlı bölmenin panjurlarından telefon almacını aldığını gördüm. Kısa bir görüşmesi oldu. Kahvesi bitti. Neden sonra zile bastı.
Daracık bir odada kocaman masa, ardında sıkıştırılmış, kıstırılmış gibi oturan komutan. Arkasındaki köşelerden sağında kalanda devasa devetabanı. Alnı geniş, omuzları dik, bıyıksız, hiçbir renk sınıfına giremeyen tende asık surat, düzgün kesimli, başa yapıştırılarak geriye taralı saçlar, mekanik ses: “Mesele nedir?” Yemekler efendim. Aşırı yağlı ve soğuk. “Her sorunun bir parçasıdır getiren. Bu nedenle de çözüm önerin olmalıdır getirdiğin soruna!” Çocukluk işte, içimden gelen gülmeyi tutamadım. Yemek şirketi değiştirilebilir, dedim ağzımı toplamaya çalışarak. “Gidebilirsiniz!” dedi, kesin, net, sert…
Konuşmasız, hızlı hareketlerle aşırı yorucu iki saatlik çalışmanın ardından çay saati geldiğinde penceresiz dinlenme odasında kitabımı okumaya koyuldum. Paydostan ıslık çalarak dönmüştü usta. Keyifle aldı boya tabancasını, rahat yavaş hareketlerle çalışınca bizde de hafifledi tempo. Her nedense ilk günlerin çalışma havasına yaklaşılmış, ortam da yumuşamıştı biraz.
Bana ilk kızdığı günden başlayarak sırf bizi yormak için işi aşırı hızlandırmıştı çoğu zaman. Deriyi tellerin üzerine sermeye, kaldırıp asmaya yetişmek. Birkaç dakikada bir bu hareketleri tekrarlamak. En uzağı beş metrelik mesafelerde sürat koşucusu gibi başımızı döndürecek şekilde koşuşma. Boya tezgâhı boş kalmayacak şekilde iş yetiştirme. Bizi iyice yorduğundan emin olduktan sonra sigara içme bahanesiyle çırağın eline boya tabancasını tutuşturduğunda soluklanabiliyorduk ancak.
Keyfi öylesine yerine gelmiş ki okuduğum kitap hakkında sorular sordu konuşmaya bahanesi olsun diye. Ne anlatıyormuş, konusu neymiş. “Baba Evi”ni anlatıyor dedim yarım ağız. Anladı konuşmak istemediğimi, ıslık çalarak boyamayı sürdürdü.
Saat beş sıralarıydı koşarak boyahaneye giren halamın arkasından, uzun boyunu daha bir uzata gere gelen muhasebeci Hurşit; “Ne dediğini bile anlamadım. Bir şey söyledin kaçtın.” diyerek daldı ortama. Halam boyahanenin ortasında zıp zıp zıplıyor: “Yendim seni, yendim seni! Dondurmalar senden!” Adam gayet sakin: “Ama benim bilmediğim bir dilde...” “Ben anlamam, dest dedim. Kazandım.” “O ne demek, nerden bileyim.” “Dest demek, lades demek bizim dilimizde…” “Olmaz öyle şey. Ben senin dilini ne bilirim.” “Bil bilme. Eline verdiğim çayı aldın mı, aldın. Aklımda dedin mi, demedin. Ben dest dedim mi, dedim. Demek ki la-dest-le-dim…” Çırak, usta, biz, kazandın kazanmadın derken tavhaneden biri geldi ismimizi söyledi. Müdür bey çağırıyormuş… Halamın yüzünde dondu kaldı sevinci. “Kız! Ne oldu!” Yanımızda gelmek istedi engelledim. “Komutanı görmüş olacağız.”diye mırıldandı ablam. Bekletilmeden içeri alındık. Mekanik bir duruş elektronik bir konuşmayla; “Arkadaşlar, bu akşam itibariyle işyerine uyumsuzluktan işinize son verilmiştir. Alacaklarınız hafta sonunda tarafınıza ödenecek. Bundan sonraki hayatınızda başarılar dilerim.”
Dönüş yolunda halam, bütün hayallerini dere kıyılarında bırakmış bir hüzünle konuşuyordu: “Boya ustası olacaktım. Tabanca atacaktım. Söz vermişti usta. Çırağı yetiştirdikten sonra bana öğretecekti işi. İstikbalime engel oldun yaramaz. Sana mı kaldı komutanla konuşmak. Demedim mi ben size…”
Bir gülmedir aldı hepimizi…
Türkan Çelik