Edebiyat Dergisi EDEBİYAT | Page 28

|11|

Daracık bir odada kocaman masa, ardında sıkıştırılmış, kıstırılmış gibi oturan komutan. Arkasındaki köşelerden sağında kalanda devasa devetabanı. Alnı geniş, omuzları dik, bıyıksız, hiçbir renk sınıfına giremeyen tende asık surat, düzgün kesimli, başa yapıştırılarak geriye taralı saçlar, mekanik ses: “Mesele nedir?” Yemekler efendim. Aşırı yağlı ve soğuk. “Her sorunun bir parçasıdır getiren. Bu nedenle de çözüm önerin olmalıdır getirdiğin soruna!” Çocukluk işte, içimden gelen gülmeyi tutamadım. Yemek şirketi değiştirilebilir, dedim ağzımı toplamaya çalışarak. “Gidebilirsiniz!” dedi, kesin, net, sert…

Konuşmasız, hızlı hareketlerle aşırı yorucu iki saatlik çalışmanın ardından çay saati geldiğinde penceresiz dinlenme odasında kitabımı okumaya koyuldum. Paydostan ıslık çalarak dönmüştü usta. Keyifle aldı boya tabancasını, rahat yavaş hareketlerle çalışınca bizde de hafifledi tempo. Her nedense ilk günlerin çalışma havasına yaklaşılmış, ortam da yumuşamıştı biraz.

Bana ilk kızdığı günden başlayarak sırf bizi yormak için işi aşırı hızlandırmıştı çoğu zaman. Deriyi tellerin üzerine sermeye, kaldırıp asmaya yetişmek. Birkaç dakikada bir bu hareketleri tekrarlamak. En uzağı beş metrelik mesafelerde sürat koşucusu gibi başımızı döndürecek şekilde koşuşma. Boya tezgâhı boş kalmayacak şekilde iş yetiştirme. Bizi iyice yorduğundan emin olduktan sonra sigara içme bahanesiyle çırağın eline boya tabancasını tutuşturduğunda soluklanabiliyorduk ancak.

Keyfi öylesine yerine gelmiş ki okuduğum kitap hakkında sorular sordu konuşmaya bahanesi olsun diye. Ne anlatıyormuş, konusu neymiş. “Baba Evi”ni anlatıyor dedim yarım ağız. Anladı konuşmak istemediğimi, ıslık çalarak boyamayı sürdürdü.

Saat beş sıralarıydı koşarak boyahaneye giren halamın arkasından, uzun boyunu daha bir uzata gere gelen muhasebeci Hurşit; “Ne dediğini bile anlamadım. Bir şey söyledin kaçtın.” diyerek daldı ortama. Halam boyahanenin ortasında zıp zıp zıplıyor: “Yendim seni, yendim seni! Dondurmalar senden!” Adam gayet sakin: “Ama benim bilmediğim bir dilde...” “Ben anlamam, dest dedim. Kazandım.” “O ne demek, nerden bileyim.” “Dest demek, lades demek bizim dilimizde…” “Olmaz öyle şey. Ben senin dilini ne bilirim.” “Bil bilme. Eline verdiğim çayı aldın mı, aldın. Aklımda dedin mi, demedin. Ben dest dedim mi, dedim. Demek ki la-dest-le-dim…” Çırak, usta, biz, kazandın kazanmadın derken tavhaneden biri geldi ismimizi söyledi. Müdür bey çağırıyormuş… Halamın yüzünde dondu kaldı sevinci. “Kız! Ne oldu!” Yanımızda gelmek istedi engelledim. “Komutanı görmüş olacağız.”diye mırıldandı ablam. Bekletilmeden içeri alındık. Mekanik bir duruş elektronik bir konuşmayla; “Arkadaşlar, bu akşam itibariyle işyerine uyumsuzluktan işinize son verilmiştir. Alacaklarınız hafta sonunda tarafınıza ödenecek. Bundan sonraki hayatınızda başarılar dilerim.”

Dönüş yolunda halam, bütün hayallerini dere kıyılarında bırakmış bir hüzünle konuşuyordu: “Boya ustası olacaktım. Tabanca atacaktım. Söz vermişti usta. Çırağı yetiştirdikten sonra bana öğretecekti işi. İstikbalime engel oldun yaramaz. Sana mı kaldı komutanla konuşmak. Demedim mi ben size…”

Bir gülmedir aldı hepimizi…

Türkan Çelik