Edebiyat Dergisi EDEBİYAT | Page 26

Yarın sabah saatlerinde Ağrı’ya varırdı. Annesine kokulu namaz tespihi, babasına kol saati, ablasına da erguvan renkli bir şal almıştı. Hediyelerini ilk maaşıyla, büyük bir heyecanla almıştı. Âdetmiş, demişti. 4 ay sonra ilk günkü hediye paketlerinde götürüyordu şimdi. Paralarını da boynuna astığı çantaya koymuştu. 78 tane dikiş makinesi ayağını, halkın kendi inisiyatifiyle kurduğu dikiş okuluna hediye edecekti.

*Çıma, overlok, reçme, singer, ortacı, temizlikçi vs. tekstil sektörünün tabirleridir. Çıma aynı zamanda Kürtçe’de ‘’neden?’’ demektir.

Ümit YİĞİT

TABAKHANE

Seksenlerden

Susmuyor, susmuyor, susmuyor Halam. Yokuş aşağı hoplaya seke inen kısa, tombul bedeninin tümü tembih taarruzunda: “Aman ha kızlar. Sakın. Emanetsiniz. Çalışacağımız yer sizin yaşınızdakiler için tehlikeli. Gözünüzü kulağınızı dört açarken kuş kadar tez canlı olacaksınız. Yanınıza biri gelirse pırrr uçup tek sağlam sığınak halanızın yanına. Kimselerle laflamak yok. Bir yerlere çekilme, baş başa konuşur görünme. Zinhar…”

Hayatımızın ilk işi olacak deri fabrikasına götürülüşümüzün birinci haftasının sabahları böyle geçmişti. Giderek hızlanan adımlarından geri kalmayan konuşmasıyla anlattıklarına gülünmesi gerekirdi aslına bakılırsa. Ben içten içe sinirlenir, iki yaş büyüğüm on sekizinde ablam tepkisiz dinlerdi.

Derenin üzerindeki köprüye metreler varken tıkanırdı soluğumuz. Fabrikaya girene kadar yürüdüğümüz yolda ciğerlerimizi patlama noktasına getirirdik nefesimizi tutmaktan. Boğulmamak için de lağım, kokuşmuş balık, çürümüş sebze, türlü çeşit çöp, ahır kokularının birleşimi havanın dirhem dirhem içimize sızmasına izin verirdik çaresiz... Birbirinin benzeri, biçimsiz, irili ufaklı fabrikaların karşılıklı dizildiği dar sessiz sokaklara daldığımızda, halamızın konuşmaktan iflahı kesilir, biz de ayılmış olurduk iyiden iyiye. Dere kokusuna alıştığımızı anlamaya kalmadan yeniden nefeslerimizi tutardık fabrika girişinde. Derenin, dereyi geçtikten sonra fabrikalardan yayılan kokuların hepsi masum kalırdı derilerin tavlandığı dolaphane denilen bu vıcık vıcık bölümde. Asık suratlı, kaba görünüşlü, aç bakışlı, yorgun adamların seslerini duyar bakmadan görmeden serçe ivediliğinde, “pıırrr” diye koştuğumuz ikinci kata çıkan merdivenlerin bitiminde salardık içimizde tuttuğumuz havayı. Buradan sonrası daha katlanabilir deri, boya, cila kokusu

İlk gün sıcak karşılanmıştık boyahane personelince. Bir ustası vardı bir de yetiştirmekte olduğu çırak. Birimiz, boyanma aşamasına getirilmiş deriyi ikişer santimetrekarelik delikler oluşacak şekilde örülmüş tellerin üzerine serecek, diğerimiz boyası cilası atıldıktan sonra uzun çubukla kaldırıp alacaktık kurutma tellerine… Dönüşümlü olarak. Baş ağrısı, mide bulantısı, sarhoşlaşma hallerinde geçti birinci günümüz. İkinci üçüncü günlerden sonra alışıyorduk, dere, tavhane, boya, cila kokularına. Saat üçten sonrası ölüm gelen çalışma temposunda, kokular duyulmaz, beden ağırlaşır, ayaklar kopar.

Dinlenmelerde kitap okuduğumu gören usta, sarılıklı suratını düşürerek, “On beş dakikada on beş kelime okuyabiliyor musun” bari demek için kendini zor tutmuş ilk hafta. Tavrı tarzı canımı sıktığından cevap vermemiş işime bakmıştım. O gün akşama kadar ters bakmış bir daha konuşmamıştı. Ağzını, burnunu kapatan sarı maske sarımtrak yüzündeki gözlerinin karanlığını çıkarıyordu ortaya. İlk günler şirinlikler yapan, yaptığımız işi sevdirmeye uğraşan bu uzun adam aksi sevimsiz biri olmuştu nedense. “Alim var aramızda alim.” benzeri sataşmalarda da bulunmuştu.