Tarih Boyunca Mülkiyet Anlayışı ve Osmanlı Toprak Düzeni
İnsanda fıtrî olarak var olan sahip, malik olma düşüncesi beraberinde yaşamı için gerekli olan ve sahip olduğu eşya üzerindeki hâkimiyetini koruma, yani mülkiyet hakkının muhafaza edilmesi durumunu da ortaya çıkarmaktadır. Sosyal bir varlık olarak, gerek diğer insanlarla olan ilişkileri ve gerekse tabiatla olan yaşam mücadelesi içerisinde, insanın yaşamını
sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu ve emek vererek elde ettiği eşyayı sosyal bir teşkilatlanma (devlet gibi) ve bu teşkilatlanma içerisinde temel hakları koruyan toplumsal sözleşmeler
(kanun gibi) olmadan muhafaza edilmesi hayli çaba sarf etmesini gerektirecektir. Yapılan araştırmaların ortaya koyduğu üzere, kimi canlıların sınırlarını belirledikleri kendilerine ait yaşam alanlarına sahip olma ve bu alanları güce dayalı olarak koruma içgüdüsüne sahip olmaları gibi, insanın da kendisine ait alanları kuvvete dayalı olarak muhafaza altında tutması düşünülemez. Kaba kuvvete dayalı sosyal ilişkiler beraberinde çatışma, kargaşa ve anarşiyi getirecek, dolayısıyla toplumsal düzenin bozulmasına neden olacaktır.
Bununla birlikte, ilkel insanlar arasındaki mülkiyet anlayışının, hayvanlarda olduğu
gibi, sahip olunan eşyadan faydalanma miktarı ve süresi ile sınırlı olduğu da söylenmiştir. İlkel insanların sahip olma güdüsü ile yaklaştıkları eşya ve tüketim nesnelerinden ihtiyaçlarını
karşıladıktan sonra uzaklaştıkları ve onları tekrar sahiplenme eğiliminde olmadıkları da iddia
edilmiştir. Buna göre ilkel insanlar, hukukî kurallara ve düzenlemelere ihtiyaç duymadan kendilerine ait eşyalar üzerindeki mülkiyet hakkını bir işaret koyarak belirler, başkaları da onun
hakkına saygı gösterir ve ihmal etmezdi.3 Öte yandan, İslâm’ın mülkiyet anlayışı incelendiğinde bu hakkın en tabiî haklardan birisi olduğu ve bunun ilahî kaynak tarafından da koruma altına alındığı görülecektir. İslâmî anlayışa göre, ilk insandan itibaren sürekli olarak yaratıcı ile iletişim hâlinde olan insan, sosyal yaşama ilişkin diğer hususlarda olduğu üzere mülkiyet ve mülkiyet hakkının muhafazası hususunda da başıboş bırakılmış değildir. Bu hak, vahiy
yoluyla gelen ilahî emirler ve bu emirleri topluma aktaran öğretmen (resul) aracılığı ile sınırları çizilmiş olarak, güvence altına alınmıştır.
Bu nedenle mülkiyet hakkı konusu en eski çağlardan itibaren üzerinde önemle durulan konulardan bir tanesi olmuş; sosyoloji, iktisat, felsefe, dinler tarihi gibi bir çok alana ait
bilim adamları ve düşünürlerce mülkiyet hakkının kime ait olacağı ve nasıl korunacağı hususunda farklı görüşler ortaya atılmıştır.
Mülkiyet hakkının kime ait olacağı ve meşruluğu meselesini tartışan düşünürlerin
üç ayrı grupta toplandıkları görülmektedir. Bunlardan birinci grup, özel mülkiyet hakkının insan tabiatına uygunluğunu, kişi ve toplum açısından yararını ve meşruluğunu savunurken,
ikinci grup, özel mülkiyetin toplumda kötülük ve çatışmalara neden olacağını iddia etmektedir. Bu iki görüşün arasındaki diğer görüş ise uzlaşmacı bir çaba sergilemektedir. Üçüncü
grup, özel mülkiyetin sınırlandırılarak korunması tezini benimsemektedir. Özel mülkiyet hakkının, gittikçe genişleyen ve yaygınlaşan biçimde, mutlak bir hak olduğu, dokunulmaz ve
vazgeçilmez sayıldığı Roma Hukukunda bile, özel mülkiyetin sınırlı bir biçimde uygulandığı bilinmektedir. Özel mülkiyetin tartışmasız kabul edildiği dönemlerde bile aslında nispî bir
hak olmaktan başka bir anlam taşımadığı da kabul edilmektedir.4
3 Mahmud Talegani, İslâm ve Mülkiyet, İstanbul 1989, s.28
4 Güriz, a.g.e., s.XIII-XV
4