2015-2016 | Page 15

Güneşin tam tepede selam durduğu bir hafta sonuna, annemin iki oda yandan gelen bağırtısıyla uyandım. Kahvaltının hazır olduğunu ve benim uyanmam gerektiğini bildirmek için böyle bir işe kalkışmıştı, keşke bağırmasaydı. Yan yatakta yatan erkek kardeşim erkenden uyanmış, yatağını toplamış ve pazar sabahları yayınlanan kovboy filmlerini izlemeye koyulmuştu. Ben hala böyle bir güne neden bir bağırtıyla uyandığımın sebebini düşünüyordum. Darmadağın olmuş saçlarımı yıkamak için yataktan kalktım. Yakın bir zaman sonrasında tekrar bozulacağı için yatak toplamayı huy edinmemiştim kendime. Saçlarımı soğuk bir suyla yıkadıktan sonra, kurutmak için aynanın karşısına geçtim. Sebebini bariz bir şekilde bilmesem de, aynadaki Ben’e bakamıyordum. Kahvaltı masasına doğru yol aldım yavaş adımlarla. Her zaman masada oturduğum yere başka birisinin oturması ne kadar garip bir durum olsa da, kardeşime bir kelime dahi etmedim. Masanın üstünde bulunanları kısaca süzdükten sonra, çaya en yakın sandalyeye oturdum. Hafta sonlarımın, diğer günlerden tek farkı sabahları içtiğim iki yudum çaydı muhtemelen. Mutfağa geldiğim gibi, çayımı yudumlayıp çıktım, sessiz sedasız. Her gün en sevdiğimle olan seansıma tam saatinde yetişebilmek için, odama gittim ve camı hafif araladım. Yanına meze olsun diye her sabah sesini duymaktan zevk aldığım Ferdi Özbeğen’i açtım telefonumdan. Kafamı pencereden dışarı uzattığımda, güneş ne kadar gülümsese de, kendi gülümsememin güneşin çok yakınlarında olduğunu düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Unutamamanın verdiği hisler yüreğime dert olmuştu. Hani insan bazen her şeyden kaçar da kendinden bir türlü kaçamaz ya, kendini unutur da kendindekini unutamaz ya, tam anlamıyla o ruh haline bürünmüş, dört senenin birikmişliğini içime atmıştım. Ağladıklarım, sustuklarım hatta bağırdıklarım her zaman içimeydi ve sanırım yavaş yavaş içime öksürmeyi de öğreniyordum. Modern dünyanın asıl yoksulluğu olan, değer bilen insanların azlığı, zamanın ellerimden uçup gitmesini istememi pek de garip olmayan bir duruma getiriyordu. Sevmenin asıl mantığı böyle olmalıydı bence. Verdiği değerin fazlasını almalıydı insan ve aldığı değerin fazlasını geri vermeliydi. Ancak böyle var olabilirdi asıl sevgiler, lakin tutkuyla bağlanan insanların dünyada yaşam sürmesi, gerçek sevgilere yeteri kadar zarar veriyordu. Tutku ile sevginin farkını anlayamayan insanlar… Tutku, sadece varlığında sevmekti, sevgi ise her anında. Güneşin güzelliğini, bulutlar perdelemişti. Sanki onu kimsenin görmesine izin vermiyor ve onun kıskançlığı içinde davranışlar sergiliyordu. Kısa bir süre, insanın ne kadar sevebileceğini düşledim kafamda. Kendinden ne kadar ödünç verebilirdi insanoğlu, sevgi adı altında? Kaç DERİN BİR NEFES Kasım daha geçip gitmeliydi aradan veya kaç papatya daha hayata küsecekti, sevip sevmediğini kavramak için? Sırtlanılan değerler kaç sonbahar boyunca daha sürebilirdi? İnsan, sevmekten, kaç takvim yaprağı sonrasında yıpranırdı? Kendinden vazgeçen birinin sevgisi hangi tartıyla ölçülebilirdi? Çayımı, son damlasına kadar yudumladım. Uzun bir nefes verdikten sonra, araladığım camı kapattım. Hiçbir şey olmamış gibi günlük, sıradan ev hayatıma devam ettim. İnsan, bence kendinden ne zaman vazgeçerse, o zaman sevebilirdi. Aynada kendi yüzüne dahi bakmaktan korktuğu veya en yakınlarından selamı kestiği zaman. Unutamadığı, vazgeçemediği zaman severdi ancak, verdiği değeri fazlasıyla geri alabildiği zaman. Güneşini kıskanan bulutlar kadar sevebilirdi. Hayatın kendine özgü bir özelliği ise insan kendini sadece derin bir nefes alıp verirken kabullenebiliyordu ve hayat kendisini, sokakta yalnız kaldığın an ortaya çıkarıyordu… “Aklını kullanma faydası yok. Ben demiştim herkese, gözlerimin aynası o Taşla yar, başımı, en azından beni taşlamış ol, Gözlerime diyorum, sen anla, buluttan taşmamış ol. Ağrıyor karnım intikam denen soğuk yemekten, Tebessüm kayıp, gözyaşı haram ve donuk mimikler, Kırık bir kalp ile yaşıyorum da son durum bilinmez, İlaç gibi al iç dediler bana doktorumun dilinden. Çok sular aktı gözlerimin dibinden, Duvarlar da küstü bana, konuşmuyorlar, yumrukladım sinirden. Nasıl yazacağım silip ben? Toplamam lazım kafamı fazla dağınık, oysa hayat çok titizken, Yapma diyor şeytan gidiyormuşum onun izinden, Bugün şu an böyleyim de, az sonram bilinmez. Çocuk gibi koşasım var hayallerimin peşinden, Sanırım büyüdüm bu yüzdendir kıpırdamam yerimden.” Talha KOTÇİOĞLU 10-B THE CLAPPER 2015 - 2016 15 TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ZÜMRESİ