Güneşin tam tepede selam durduğu bir hafta sonuna,
annemin iki oda yandan gelen bağırtısıyla uyandım. Kahvaltının
hazır olduğunu ve benim uyanmam gerektiğini
bildirmek için böyle bir işe kalkışmıştı, keşke bağırmasaydı.
Yan yatakta yatan erkek kardeşim erkenden uyanmış,
yatağını toplamış ve pazar sabahları yayınlanan kovboy
filmlerini izlemeye koyulmuştu. Ben hala böyle bir güne
neden bir bağırtıyla uyandığımın sebebini düşünüyordum.
Darmadağın olmuş saçlarımı yıkamak için yataktan
kalktım. Yakın bir zaman sonrasında tekrar bozulacağı
için yatak toplamayı huy edinmemiştim kendime. Saçlarımı
soğuk bir suyla yıkadıktan sonra, kurutmak için aynanın
karşısına geçtim. Sebebini bariz bir şekilde bilmesem
de, aynadaki Ben’e bakamıyordum.
Kahvaltı masasına doğru yol aldım yavaş adımlarla. Her
zaman masada oturduğum yere başka birisinin oturması
ne kadar garip bir durum olsa da, kardeşime bir kelime
dahi etmedim. Masanın üstünde bulunanları kısaca süzdükten
sonra, çaya en yakın sandalyeye oturdum. Hafta
sonlarımın, diğer günlerden tek farkı sabahları içtiğim iki
yudum çaydı muhtemelen. Mutfağa geldiğim gibi, çayımı
yudumlayıp çıktım, sessiz sedasız. Her gün en sevdiğimle
olan seansıma tam saatinde yetişebilmek için, odama
gittim ve camı hafif araladım. Yanına meze olsun diye her
sabah sesini duymaktan zevk aldığım Ferdi Özbeğen’i açtım
telefonumdan. Kafamı pencereden dışarı uzattığımda,
güneş ne kadar gülümsese de, kendi gülümsememin
güneşin çok yakınlarında olduğunu düşünmekten kendimi
alıkoyamadım.
Unutamamanın verdiği hisler yüreğime dert olmuştu.
Hani insan bazen her şeyden kaçar da kendinden bir türlü
kaçamaz ya, kendini unutur da kendindekini unutamaz
ya, tam anlamıyla o ruh haline bürünmüş, dört senenin
birikmişliğini içime atmıştım. Ağladıklarım, sustuklarım
hatta bağırdıklarım her zaman içimeydi ve sanırım yavaş
yavaş içime öksürmeyi de öğreniyordum. Modern dünyanın
asıl yoksulluğu olan, değer bilen insanların azlığı,
zamanın ellerimden uçup gitmesini istememi pek de garip
olmayan bir duruma getiriyordu.
Sevmenin asıl mantığı böyle olmalıydı bence. Verdiği değerin
fazlasını almalıydı insan ve aldığı değerin fazlasını
geri vermeliydi. Ancak böyle var olabilirdi asıl sevgiler,
lakin tutkuyla bağlanan insanların dünyada yaşam sürmesi,
gerçek sevgilere yeteri kadar zarar veriyordu. Tutku
ile sevginin farkını anlayamayan insanlar… Tutku, sadece
varlığında sevmekti, sevgi ise her anında.
Güneşin güzelliğini, bulutlar perdelemişti. Sanki onu
kimsenin görmesine izin vermiyor ve onun kıskançlığı
içinde davranışlar sergiliyordu. Kısa bir süre, insanın ne
kadar sevebileceğini düşledim kafamda. Kendinden ne
kadar ödünç verebilirdi insanoğlu, sevgi adı altında? Kaç
DERİN BİR NEFES
Kasım daha geçip gitmeliydi aradan veya kaç papatya
daha hayata küsecekti, sevip sevmediğini kavramak için?
Sırtlanılan değerler kaç sonbahar boyunca daha sürebilirdi?
İnsan, sevmekten, kaç takvim yaprağı sonrasında
yıpranırdı? Kendinden vazgeçen birinin sevgisi hangi tartıyla
ölçülebilirdi?
Çayımı, son damlasına kadar yudumladım. Uzun bir nefes
verdikten sonra, araladığım camı kapattım. Hiçbir şey
olmamış gibi günlük, sıradan ev hayatıma devam ettim.
İnsan, bence kendinden ne zaman vazgeçerse, o zaman
sevebilirdi. Aynada kendi yüzüne dahi bakmaktan korktuğu
veya en yakınlarından selamı kestiği zaman. Unutamadığı,
vazgeçemediği zaman severdi ancak, verdiği
değeri fazlasıyla geri alabildiği zaman. Güneşini kıskanan
bulutlar kadar sevebilirdi.
Hayatın kendine özgü bir özelliği ise insan kendini sadece
derin bir nefes alıp verirken kabullenebiliyordu ve hayat
kendisini, sokakta yalnız kaldığın an ortaya çıkarıyordu…
“Aklını kullanma faydası yok.
Ben demiştim herkese, gözlerimin aynası o
Taşla yar, başımı, en azından beni taşlamış ol,
Gözlerime diyorum, sen anla, buluttan taşmamış ol.
Ağrıyor karnım intikam denen soğuk yemekten,
Tebessüm kayıp, gözyaşı haram ve donuk mimikler,
Kırık bir kalp ile yaşıyorum da son durum bilinmez,
İlaç gibi al iç dediler bana doktorumun dilinden.
Çok sular aktı gözlerimin dibinden,
Duvarlar da küstü bana, konuşmuyorlar, yumrukladım sinirden.
Nasıl yazacağım silip ben?
Toplamam lazım kafamı fazla dağınık, oysa hayat çok titizken,
Yapma diyor şeytan gidiyormuşum onun izinden,
Bugün şu an böyleyim de, az sonram bilinmez.
Çocuk gibi koşasım var hayallerimin peşinden,
Sanırım büyüdüm bu yüzdendir kıpırdamam yerimden.”
Talha KOTÇİOĞLU
10-B
THE CLAPPER 2015 - 2016 15
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
ZÜMRESİ