hayatımıza CD oynatıcıların girmesi ile video yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilecek ve bu “ köy sinemalarında ” babalarının yanı sıra film izleyen çocuklar , büyüyerek birer delikanlı olacaktı .)
Ve gün geldi , aynı kahvenin babasız girmeye ve bira içmeye yaşı tutan müşterilerinden biri ben oldum . Gündüz ne iş yapıyorsak yapalım , akşam olduğunda arkadaşlarımla buluşma adresimiz belliydi . Kapıdan girer girmez ismim ocakçı tarafından anons edilir ve ardından garsona “ ver aluun meraba çayını ” diye duyururdu . Merhaba çayı adap gereği kapıdan giren her müşterinin bir anlamda içmesi “ zorunlu ” olduğu çaydı . Sanırım bu taktik kahve işletmecileri tarafından “ hemşerim burası söğüt gölgesi değil ” diye hitap ettiği , mekânın nimetlerinden faydalanan fakat çay içmeyen müşterilere karşı geliştirdiği bir stratejiydi . Ardından yine adap gereği , kimin masasına oturursam , bu sefer ben garsona “ abi ver arkadaşlara da çay ” diye seslenirdim . Günlük sohbetlerin ardından sıra yavaş yavaş kâğıt oyunlarına gelir ve o günlerin en popüleri hangisiyse oynanmaya başlanırdı . Bu oyun zaman zaman pişti , pis yedili , filiz , elli bir , batak , bazen de okey , kaptıkaçtı , papaz kimde olurdu . Bunun adı “ kumar ” değildi kesinlikle ama oyun esnasında içilenlerin bedelini kaybeden kişiler öderdi . Köyümdeki bu kahvelerin yılda bir ya da birkaç gece yaşanan bir zamanları vardı ki , sormayın gitsin . Kış aylarında , gündüzleyin lapa lapa yağan kar akşama doğru – havanın donaklığı ile birlikte – şiddetini bir hayli artırınca köye ulaşımı sağlayan yolların tamamı kapanırdı . Eee tabi hal böyle olunca elektiriklerin kesilmesi işten bile değildi . Ya direk devrilir ya da kar yağışı nedeni ile ana trafoda çıkan bir arıza sebep olurdu buna çokçası . Köyümüz beyaz entarisini giymişken , bir anda karalara bürünürdü ortalık . Lüksle ve mumlarla aydınlanan kahvelerimiz ise bu entarinin siyahlar içinde şılayan birer cepkeni ... İşte bu geceler masalarda muhabbetin beli kırılır , kahveler insanla dolup taşardı . Tütün dumanı tavanda bir bulut olur kalır , şarap ve biralar su olur akardı . İçerde güldür güldür yanan soba sıcağında içeriyi kulak tırmalamayan hoş bir gürültü sarardı . Fabrikalarda çalışan tüm kahve müşterilerinin kafalarında – yollar kapandığından – yarın işe gidemeyeceğini bilmenin rahatlığı olurdu . Masalardaki yaşça küçük kişiler büyükleri tarafından bakkallara ; eski kaşar , sucuk , kavurma , fıstık gibi içkiye meze olacak şeyler almak için gönderilirdi . Saat gece yarısını geçip bakkallar kapanınca kahveci gündüzden hazırladığı yumurtaları suda haşlayarak sunardı , artık alkolden midesi kıyılmak üzere olan müşterilerine . Sabaha kadar devam eden sohbetlerin en meşakkatli yanı ise o saatten sonra o kafalarla eve gitmekti tabi . Birbirine tutunarak yıkılmamak için destek olan kahve ahalisinden , evi bulduramayıp komşunun kapısını çalanlar çok olmuştur o zamanlar .
( Bir hayli vakit geçeli ...) Yıllar insanların ve olayların üzerine bir tortu gibi çöküp giderken ... Zaman inceden bir küf gibi kemirirken hatıraları ... Bazı şeyler hiç değişmiyor işte . Çok önceleri piştiyi , okeyi , pisi yediliyi öğrenip yanı sıra bira içerken delikanlılığı tanıdığım Sali Ağa ’ nın kahvesine gittim bu akşam . Oğlu Yalçın abi işletiyor . Delikanlılığımızda bizimle nasıl uğraştıysa hâlâ aynı şekilde uğraşıyor şimdiki çocuklarla . Ağzında hep o bilindik cümleleri ; “ Bana bakın eey asçık yavaş urun şu masalara ”, “ Yaşı tutmayanna hemen dışarı , şindi candarma gelirmiş ”... Dekoru yıllardır aynı mekânın ... Kim bilir ne anılar barındırıyordur , badanasını tütün dumanının sararttığı duvarlarında . Şimdi hayatta olmayan kimlerin sedası saklıdır beyaz tavanında acaba diye düşünüyorum . Ebediyete göçen müşterilerinin yerlerini oğulları almış . Aynı duruşlar , aynı oturuşlar hep . Gözlerim eskileri aramadı değil . Garson Berkay , Yalçın abinin oğlu . Babasının onun yaşında olduğu zamanki sloganla satıyor çayları . “ Eveeet beylerden var mı çay içeeen , içemedim diyeeen ?” Benimse kardeşim gelmiş Edirne ’ den . Çoktandır tatmadığımız bir mutluluk , bir muhabbet ... Gece boyu çaylar içildi ve dağılıştı usulca ahali bir bir mahalle aralarından evlerine . Gözlerim duvarda asılı Sali Ağa ’ nın siyah beyaz fotoğrafından televizyonun mavi boyalı demir kasasına kaydı . Hemen altında boş duran , enine ve dar bir bölme daha var . “ Burası ne içinmiş acaba ?” diyecekken durdu zaman . O an kısa pantolonlu bir çocuk girdi kahve kapısından , babasını bakındı boş masalarda . Derken bir motosiklet gürültüsü duyulacak sandım avlu önünde . Açık olan pencereden bağıracak babası “ Eeey , bugün günlerden pazar , seninle karate filmi izlemeye geldim bak çok uzaklardan ...” Ya da Karabacak dayı çıkıp ocaklıktan yürüyecek üstüne , “ şii ani bakalım azcık o şeye be ”…
9
“
Ülkemizin başka kültürlerinde adlarına kıraathane , çayevi , cafe gibi isimler verilse de ben buraları ilk duyduğum şekliyle , “ kahve ”, hatta öz kültürümde seslendirildiği hali ile “ kave ” olarak bildim hep . Adının söylenişi ile olduğu kadar iç tasarımı ve sattığı ürünler açısından da diğer emsallerine benzemiyordu bizim “ kave ” ler .