Yazarkafa Dergi Mayıs-Haziran 2016 | Page 9

hayatımıza CD oynatıcıların girmesi ile video yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilecek ve bu“ köy sinemalarında” babalarının yanı sıra film izleyen çocuklar, büyüyerek birer delikanlı olacaktı.)
Ve gün geldi, aynı kahvenin babasız girmeye ve bira içmeye yaşı tutan müşterilerinden biri ben oldum. Gündüz ne iş yapıyorsak yapalım, akşam olduğunda arkadaşlarımla buluşma adresimiz belliydi. Kapıdan girer girmez ismim ocakçı tarafından anons edilir ve ardından garsona“ ver aluun meraba çayını” diye duyururdu. Merhaba çayı adap gereği kapıdan giren her müşterinin bir anlamda içmesi“ zorunlu” olduğu çaydı. Sanırım bu taktik kahve işletmecileri tarafından“ hemşerim burası söğüt gölgesi değil” diye hitap ettiği, mekânın nimetlerinden faydalanan fakat çay içmeyen müşterilere karşı geliştirdiği bir stratejiydi. Ardından yine adap gereği, kimin masasına oturursam, bu sefer ben garsona“ abi ver arkadaşlara da çay” diye seslenirdim. Günlük sohbetlerin ardından sıra yavaş yavaş kâğıt oyunlarına gelir ve o günlerin en popüleri hangisiyse oynanmaya başlanırdı. Bu oyun zaman zaman pişti, pis yedili, filiz, elli bir, batak, bazen de okey, kaptıkaçtı, papaz kimde olurdu. Bunun adı“ kumar” değildi kesinlikle ama oyun esnasında içilenlerin bedelini kaybeden kişiler öderdi. Köyümdeki bu kahvelerin yılda bir ya da birkaç gece yaşanan bir zamanları vardı ki, sormayın gitsin. Kış aylarında, gündüzleyin lapa lapa yağan kar akşama doğru – havanın donaklığı ile birlikte – şiddetini bir hayli artırınca köye ulaşımı sağlayan yolların tamamı kapanırdı. Eee tabi hal böyle olunca elektiriklerin kesilmesi işten bile değildi. Ya direk devrilir ya da kar yağışı nedeni ile ana trafoda çıkan bir arıza sebep olurdu buna çokçası. Köyümüz beyaz entarisini giymişken, bir anda karalara bürünürdü ortalık. Lüksle ve mumlarla aydınlanan kahvelerimiz ise bu entarinin siyahlar içinde şılayan birer cepkeni... İşte bu geceler masalarda muhabbetin beli kırılır, kahveler insanla dolup taşardı. Tütün dumanı tavanda bir bulut olur kalır, şarap ve biralar su olur akardı. İçerde güldür güldür yanan soba sıcağında içeriyi kulak tırmalamayan hoş bir gürültü sarardı. Fabrikalarda çalışan tüm kahve müşterilerinin kafalarında – yollar kapandığından – yarın işe gidemeyeceğini bilmenin rahatlığı olurdu. Masalardaki yaşça küçük kişiler büyükleri tarafından bakkallara; eski kaşar, sucuk, kavurma, fıstık gibi içkiye meze olacak şeyler almak için gönderilirdi. Saat gece yarısını geçip bakkallar kapanınca kahveci gündüzden hazırladığı yumurtaları suda haşlayarak sunardı, artık alkolden midesi kıyılmak üzere olan müşterilerine. Sabaha kadar devam eden sohbetlerin en meşakkatli yanı ise o saatten sonra o kafalarla eve gitmekti tabi. Birbirine tutunarak yıkılmamak için destek olan kahve ahalisinden, evi bulduramayıp komşunun kapısını çalanlar çok olmuştur o zamanlar.
( Bir hayli vakit geçeli...) Yıllar insanların ve olayların üzerine bir tortu gibi çöküp giderken... Zaman inceden bir küf gibi kemirirken hatıraları... Bazı şeyler hiç değişmiyor işte. Çok önceleri piştiyi, okeyi, pisi yediliyi öğrenip yanı sıra bira içerken delikanlılığı tanıdığım Sali Ağa’ nın kahvesine gittim bu akşam. Oğlu Yalçın abi işletiyor. Delikanlılığımızda bizimle nasıl uğraştıysa hâlâ aynı şekilde uğraşıyor şimdiki çocuklarla. Ağzında hep o bilindik cümleleri;“ Bana bakın eey asçık yavaş urun şu masalara”,“ Yaşı tutmayanna hemen dışarı, şindi candarma gelirmiş”... Dekoru yıllardır aynı mekânın... Kim bilir ne anılar barındırıyordur, badanasını tütün dumanının sararttığı duvarlarında. Şimdi hayatta olmayan kimlerin sedası saklıdır beyaz tavanında acaba diye düşünüyorum. Ebediyete göçen müşterilerinin yerlerini oğulları almış. Aynı duruşlar, aynı oturuşlar hep. Gözlerim eskileri aramadı değil. Garson Berkay, Yalçın abinin oğlu. Babasının onun yaşında olduğu zamanki sloganla satıyor çayları.“ Eveeet beylerden var mı çay içeeen, içemedim diyeeen?” Benimse kardeşim gelmiş Edirne’ den. Çoktandır tatmadığımız bir mutluluk, bir muhabbet... Gece boyu çaylar içildi ve dağılıştı usulca ahali bir bir mahalle aralarından evlerine. Gözlerim duvarda asılı Sali Ağa’ nın siyah beyaz fotoğrafından televizyonun mavi boyalı demir kasasına kaydı. Hemen altında boş duran, enine ve dar bir bölme daha var.“ Burası ne içinmiş acaba?” diyecekken durdu zaman. O an kısa pantolonlu bir çocuk girdi kahve kapısından, babasını bakındı boş masalarda. Derken bir motosiklet gürültüsü duyulacak sandım avlu önünde. Açık olan pencereden bağıracak babası“ Eeey, bugün günlerden pazar, seninle karate filmi izlemeye geldim bak çok uzaklardan...” Ya da Karabacak dayı çıkıp ocaklıktan yürüyecek üstüne,“ şii ani bakalım azcık o şeye be”…

9

Ülkemizin başka kültürlerinde adlarına kıraathane, çayevi, cafe gibi isimler verilse de ben buraları ilk duyduğum şekliyle,“ kahve”, hatta öz kültürümde seslendirildiği hali ile“ kave” olarak bildim hep. Adının söylenişi ile olduğu kadar iç tasarımı ve sattığı ürünler açısından da diğer emsallerine benzemiyordu bizim“ kave” ler.