Cağaloğlu’nda iki odalı küçük bir ofis; duvarları
Fenerbahçe’yi simgeleyen flamalar ve objeler ile
birbirinden göz alıcı saat fotoğrafları süslüyor.
Ama başköşede, yan yana asılmış iki siyah beyaz
fotoğraf yer alıyor. Biri ‘Saatçi Yılmaz’ Bey’in
babasına ait. Köşesine, 18-19 yaşında (1978 yılında)
çekilen kendi fotoğrafını da iliştirmiş; bıyıklı, kıvırcık
saçlı, genç bir delikanlı. Hemen yan tarafındaki
fotoğraf ise amcasına ait. Fotoğrafları inceliyorum.
Yılmaz bey, babaya da amcaya da benziyor.
Girişteki odada ise saat tasarım ve tamirinde
kullanılan malzemelerin yer aldığı genişçe bir masa
duruyor. İşte burası, Yılmaz Bey’in hayatını anlatıyor.
YOZGAT’TAN KOCAMUSTAFAPAŞA’YA
Yılmaz Bey’in hikâyesi Yozgat’ta başlıyor. 1930’ların
Türkiye’si; her şey bugünden çok daha zor. Doğu’dan
Batı’ya doğru bir göç dalgasının olduğu yıllar. Ne oldu,
nasıl olduysa baba da İstanbul’a göçmeye karar verdi.
Daha fazla para kazanacak, çocukları daha iyi şartlarda
yaşayacaklardı. Bu hayallerle gelip Kocamustafapaşa’ya
yerleşti. Mesleği terziciliği yapmaya başladı. Çocuklar;
Yılmaz Bey ve iki ablası büyüdü, okul yılları başladı…
tamir edermiş, ‘Deli’liği oradan geliyor. Araya girip
“Sizin bir lakabınız var mı?” diye soruyorum Yılmaz
Bey’e. “Saatçi Yılmaz” diyor ve ekliyor: “Yılmaz dersen
kimse tanımaz, ama Saatçi Yılmaz diye sorarsan herkes
tanır.” Yılmaz Bey’in saatçilik serüveni ise başka bir
hikâye.
1970’lerin Türkiye’si bugünden çok farklıydı.
Gelenekler vardı, mahallelilik vardı, akrabalarla sıkı ilişki
vardı… Bir de ilkokulu bitiren hemen bir yere çırak
olarak veriliyordu. Bu gelenek Yılmaz Bey için de
geçerliydi. Okul, cuma günü kapandı, pazartesi günü
Çarşı’ya getirdi babası. Çuhacı Han’daki Garabet Usta’ya
götürdü. “Eti senin, kemiği benim” deyip gitti. İşte Yılmaz
Bey’in altın ve mücevherle yolculuğu bu tarihten,
1974 yılından sonra başladı.
Dört yıl Garabet Usta’nın yanında sadekar olarak çalıştı.
Çalışkandı, eli yatkındı. Sonra buradan ayrılıp, askere
gidene kadar, babasının terzi dükkânın altında, Kapalıçarşı
esnafına sadekarlık yaptı. Askerlik sonrası Hosep
Gözüküçük’ün yanına girdi. Belki de en büyük şansıydı
Hosep Usta. Onun yanında kolye, küpe, yüzük yapmayı
öğrendi. Mesleğini epey ilerletti. Bugün bile Hosep
Usta’yı andığında, gözleri bir farklı bakıyor Yılmaz Bey’in.
Ve bir parantez açıyor. Çünkü Hosep Usta, bir süre sonra
ABD’ye yerleşmiş. Nedeni malum. Ustalara yeterli
değerin verilmemesi, tıpkı bugün gibi. Zaten o nedenle
Yılmaz Bey’in söylediğine göre koca Kapalıçarşı’da altı
üstü 10 kadar iyi usta kaldı. Diğerleri ya memleketi terk
etti ya da mesleği bıraktı. Bu arada Hosep Usta’nın lakabı
‘Deli’ymiş. Çünkü biri, bir takı getirip, “Bunu hiç kimse
yapamadı” dediğinde, Hosep Usta onu alır ve bir şekilde
23