voir | Page 23

Cağaloğlu’nda iki odalı küçük bir ofis; duvarları Fenerbahçe’yi simgeleyen flamalar ve objeler ile birbirinden göz alıcı saat fotoğrafları süslüyor. Ama başköşede, yan yana asılmış iki siyah beyaz fotoğraf yer alıyor. Biri ‘Saatçi Yılmaz’ Bey’in babasına ait. Köşesine, 18-19 yaşında (1978 yılında) çekilen kendi fotoğrafını da iliştirmiş; bıyıklı, kıvırcık saçlı, genç bir delikanlı. Hemen yan tarafındaki fotoğraf ise amcasına ait. Fotoğrafları inceliyorum. Yılmaz bey, babaya da amcaya da benziyor. Girişteki odada ise saat tasarım ve tamirinde kullanılan malzemelerin yer aldığı genişçe bir masa duruyor. İşte burası, Yılmaz Bey’in hayatını anlatıyor. YOZGAT’TAN KOCAMUSTAFAPAŞA’YA Yılmaz Bey’in hikâyesi Yozgat’ta başlıyor. 1930’ların Türkiye’si; her şey bugünden çok daha zor. Doğu’dan Batı’ya doğru bir göç dalgasının olduğu yıllar. Ne oldu, nasıl olduysa baba da İstanbul’a göçmeye karar verdi. Daha fazla para kazanacak, çocukları daha iyi şartlarda yaşayacaklardı. Bu hayallerle gelip Kocamustafapaşa’ya yerleşti. Mesleği terziciliği yapmaya başladı. Çocuklar; Yılmaz Bey ve iki ablası büyüdü, okul yılları başladı… tamir edermiş, ‘Deli’liği oradan geliyor. Araya girip “Sizin bir lakabınız var mı?” diye soruyorum Yılmaz Bey’e. “Saatçi Yılmaz” diyor ve ekliyor: “Yılmaz dersen kimse tanımaz, ama Saatçi Yılmaz diye sorarsan herkes tanır.” Yılmaz Bey’in saatçilik serüveni ise başka bir hikâye. 1970’lerin Türkiye’si bugünden çok farklıydı. Gelenekler vardı, mahallelilik vardı, akrabalarla sıkı ilişki vardı… Bir de ilkokulu bitiren hemen bir yere çırak olarak veriliyordu. Bu gelenek Yılmaz Bey için de geçerliydi. Okul, cuma günü kapandı, pazartesi günü Çarşı’ya getirdi babası. Çuhacı Han’daki Garabet Usta’ya götürdü. “Eti senin, kemiği benim” deyip gitti. İşte Yılmaz Bey’in altın ve mücevherle yolculuğu bu tarihten, 1974 yılından sonra başladı. Dört yıl Garabet Usta’nın yanında sadekar olarak çalıştı. Çalışkandı, eli yatkındı. Sonra buradan ayrılıp, askere gidene kadar, babasının terzi dükkânın altında, Kapalıçarşı esnafına sadekarlık yaptı. Askerlik sonrası Hosep Gözüküçük’ün yanına girdi. Belki de en büyük şansıydı Hosep Usta. Onun yanında kolye, küpe, yüzük yapmayı öğrendi. Mesleğini epey ilerletti. Bugün bile Hosep Usta’yı andığında, gözleri bir farklı bakıyor Yılmaz Bey’in. Ve bir parantez açıyor. Çünkü Hosep Usta, bir süre sonra ABD’ye yerleşmiş. Nedeni malum. Ustalara yeterli değerin verilmemesi, tıpkı bugün gibi. Zaten o nedenle Yılmaz Bey’in söylediğine göre koca Kapalıçarşı’da altı üstü 10 kadar iyi usta kaldı. Diğerleri ya memleketi terk etti ya da mesleği bıraktı. Bu arada Hosep Usta’nın lakabı ‘Deli’ymiş. Çünkü biri, bir takı getirip, “Bunu hiç kimse yapamadı” dediğinde, Hosep Usta onu alır ve bir şekilde 23