Ağzı benimkine doğru inerken, yaşam enerjisi vücudumu
karıncalandırırken ve ateşi beni etkisi altına alırken birdenbire
yok oldu. Ekim sonunun serinliği yüzüme çarptı. Buz gibi havayı
içime çeker çekmez kendime geldim.
Pari’ye o saldırmıştı. Masum bir adamı, yani Garrett’ı tehdit
etmesi gerçeği de beni aynı derecede şoka uğratmış tı. Garrett’m
kollarına düştüğümü fark ettim. O beni me raklı izleyicilerden
uzaklaştırırken, ne olur ne olmaz diye Garrett’a tutundum.
“Bu bayağı ilginçti.”
Reyes Farrow’un niyetini çözmeye çalışırken, “Eminim öyledir” dedim. Adını bildiğim için kızgın mıyd ı? Gerçek adını?
Adını bilmemin ne önemi olabilirdi ki? Tabii... bana bir tür
üstünlük sağlıyorsa, iş değişebilirdi. Belki adını bir şekilde ona
karşı kullanabilirdim.
Garrett, “Anladığım kadarıyla onu aramamı istemiyor” dedi.
“Bu tabir hafif kalır.”
Babamın barının -Calamity’nin Yerininetrafından do laşıp
yaşadığım apartmanın önüne geldik, ikinci kattaki da ireme
vardığımızda bacaklarıma güvenemediğim için hâlâ Garrett’m
koluna tutunuyordum.
Ben anahtarlarımı cebimden çıkarırken Garrett bekledi. Birden
ciddileşen bir sesle, “Onun fotoğrafını gördüm” dedi.
Anahtarı deliğe sokup çevirdim. Reyes’tan bahsettiğimizi
zannedip, “Sabıkasındaki fotoğrafı mı?” diye sordum.
“Evet. Başka birkaç fotoğrafım daha gördüm.”
Garrett onu aradığına göre, bu mantıklıydı, “içeri gelecek
misin? Çabucak üzerimi değiştirmeliyim.”
Garrett arkamdan içeri girdi, kapıyı kapattı ve “Bak, anlıyorum” dedi.
“Öyle mi? Eh, Tanrı’ya şükür birileri anlıyor.” Omurgasının
kesilmesini arzulamadığım için şu anda onunla Reyes’tan