benden kaçmakta. Benimle göz göze gelmeden yanımdan ge çerken ondan yayılan, buharı anımsatan yoğun umutsuzluğu
hissettim, intihar edeceğinden kuşkulanılan bir akıl hastası nın
neşesiyle, “Birazdan dönerim” dedi.
Ben de aynı neşeyle, “Tamam” dedim. Babam ba llı ve limonlu
boğaz pastili kokuyordu; bu koku ofisini işgal etmiş ti. O
gittiğinde ofise girip babamın baktığı çerçevedeki resme baktım.
Bu benim altı yaşındayken çekilmiş bir fotoğrafımdı. Kâküllerim
yamuktu, iki ön dişim de eksikti. Yine de karpuz yiyordum.
Parmaklarıma ve çeneme karpuz bulaşmıştı, ama babamın
dikkatini çeken omzumun hemen üzerindeki karanlık gölgeydi.
Camdaki bulanık parmak izi, babamın aynı noktayı incelediğini
kanıtlıyordu.
Komik aile fotoğraflarının altındaki rafın üzerine baktım.
Babam benim birkaç fotoğrafımı ortaya çıkarmıştı; bunların her
birinin arka planında karanlık bir gölge ve aynı noktada bulanık
bir parmak izi vardı. Babamın ne yaptığını merak et mekten
kendimi alamadım. Onu ve karanlık gölgenin ne anla ma geldiğini;
çünkü bunu ben bile bilmiyordum. Bu ölüm melekliğinin bir yan
ürünü olabilir miydi? Belki de sadece kara cüppesi neredeyse
görülecek, elle tutulacak gibi olan Reyes’tı. Bu düşünce ilgimi
çekti. Çocukken onu yalnızca birkaç kez görmüştüm.
Sandığımdan daha mı sık gelmişti? Beni gözlüyor muydu?
Koruyor muydu?
Ofisime girdiğimde gerçekten lacivert takım elbiseli iki
adamın beni beklediğini gördüm.ikisi de ayağa kalkarak ba na
ellerini uzattılar.
Biri, “Bayan Davidson” dedi. Kimliğini gösterdi, sonra onu
ceketinin cebine koydu. Tıpkı filmlerdeki gibi. Bu çok havalıydı;
ciddiye alınmak istiyorsam iç cebi olan bir cekete ihti yacım
olduğunu
fark
ettim.
Ben
genellikle
dedektif
kimliğimi
blucinimin arka cebine koyardım. Dolayısıyla kimlik eğilmiş,