Cookie gözlerini hâlâ adamlardan alamamıştı. “Silahları
olduğu için mi?”
“Biz de tam gidiyorduk” diyen Smith ayağa kalkıp ceketini
giydi.
“Gitmeniz şart mı? Cidden mi?”
Adanı belli ki her lafımdaki a laycılığı göz ardı etmeyi yeğleyerek gülümsedi ve yanımdan geçerken bana başını salladı.
“Kimin için çalıştığını söylemeyi unuttun, Frank.”
“Hayır, unutmadım.” Kapıyı kapatmadan önce bize şöyle bir
selam verdi.
“Adam yakışıklıydı” dedi Cookie, “James Bond ’a benziyordu.”
“Yetti artık. Sana Noel’de şişme erkek alacağım.”
“Erkek olanları da mı var?” dedi Cookie ilgiyle.
Bu konuda hiçbir fikrim yoktu. Ama bunu düşünmek kıkırdamama sebep oldu. Hafif bir endişeyle, “Bu saatte niye
geldin?” diye sordum.
“Uyuyamadım, ışığının da yandığını gördüm.”
“O zaman herhalde güne erken başlayacağız.” Tanrı bilir
neyin şerefine kahve fincanlarımızı tokuşturduk.
Yine şafak bile sökmeden önce duşa girdiğimizden -elbette
ayrı ayrı, ama benim yanımda Bagajdaki Ölü vardı ama bu canımı
sıkmaya başlamıştı, çünkü tüylerim diken dikenken bacaklarımı
tıraş etmek zor oluyordu— Cookie’yle ikimiz daha güneş ufukta
yükselmeden kendimizi ofiste bulduk. Gökyüzü turunculara,
pembelere bulanmıştı ve duman rengi bulutlar yeni bir günün
gelişini müjdeliyordu. Bu çok güzel bir gün ola caktı. Ben
tökezleyip ayağıma kahve dökene dek.
Cookie, “Sahibe Kadifeçiçeği mi?” derken küfretmemek için
kendimi zor tuttum. Hem ilgilenmiş, hem biraz tiksin miş
görünüyordu.
“Biliyorum, adı iğrenç, ama bildiği bir şey var. Bunu his