gerçeği tuhaf bir biçimde rahatsız edici buldum.
André kocaman bir ayıya benziyordu. Kucaklanmaya ihtiyacı
olduğundan emindim, ama onun da silahı vardı. Benim gibi
minicik bir şey için bu kadar kas ve metal gücü getirmiş lerdi, ha?
Kendimi önemli hissettim. Şaşaalı. Krallar gibi. Ya da, kıçımda
LEZİZ yazmasa öyle hissederdim.
Benim aksime, ziyaretçilerim şık ve centilmendi. Başarı için
giyinmişler, kömür grisini kendilerine yakıştırmışlardı. Kırmızı
olan her şeyden uzak durmalarını tavsiye etmeyi dü şündüm, ama
üzerinde bir tişört ile boxer olan bir kızdan gelen moda
tavsiyelerine kulak asmayacaklarından emindim.
Kahveme erimiş karamel rengini alacak kadar şeker ve krema
ilave ettikten sonra patronun karşısındaki fazla kaba rık kanepeye
gittim, üzerine çöktüm, sonra adama en etkili öldürücü bakışımı
attım.
Kahvemden tatmin edici bir yudumu ağır ağır aldıktan sonra,
“Tamam” dedim. “Tek fırsatın var. iyi kullan.”
Adam başını beni selamlar gibi eğdikten sonra gözleri ni
tişörtümün üzerindeki harflere çevirdi. O yazının adamın
hakkımda yanlış izlenimlere kapılmasına neden olmayacağı nı
umdum. İNEK pek de yansıtmak istediğim bir imaj değil di.
Keşke tişörtümde SERTLİK ABİDESİ yazsaydı...
Adam kendinden emin, sakin bir sesle, “Bayan Davidson”
dedi, “adım Frank Smith.”
Bu koskoca bir yalandı, ama bunun bir önemi yoktu. “Ta mam,
geldiğiniz için teşekkürler. Vaktiniz olduğunda yine gelin, sohbet
ederiz.” Onlara kapıyı göstermek için aya ğa kalktım. Öldürücü
olan gerildi, ben de onun yalnızca pat ronunu korumak için burada
olmadığından kuşkulandım. Kahretsin,
ederdim. Çok işkenceli olurdu.
işkenceden
nefret
Bay Smith bir hareketiyle adamını durdurduktan sonra,
“Lütfen oturun, Bayan Davidson” dedi.
Sinirle iç çekerek söyleneni yaptım, ama sırf adam lütfen