Musibet
Faruk Yıldız
Usulca çıkıyorum yokuşu. Adım adım,
turuncu
sokak
lambaları
altında
ilerliyorum. Ayaklarımsa geri, gidebildiği
kadar geri gidiyor sanki. Üstelik hava
soğuk. Keskin bir rüzgâr içimi üşütüyor. Ve
ben, bir Şubat sabahını hatırlıyorum.
Sokağın iki yanına beyaz, plastik
sandalyeler sıralanmış. Üzerlerindeki
etikette “Ceren Düğün Salonu” yazıyor.
Tıpkı kötü bir şaka gibi… Çoğu
tanımadığım adamlar alacakaranlıkta
sandalyelere kurulmuş, ondan bundan
laflıyorlar.
Yarım ağızla bir selam verince birkaçı
ayaklanıyor.
Ellerini sıkıp bir şeyler
mırıldanıyorum. Cenaze sahipleri bunlar
olmalı. Oturmak gerek. Çaresiz, ben de
sandalyelerden birine kuruluyorum. Şu
cenaze bizim mahallede olmasa, Allah
var, bir adım bile atmam bu kapıya. Ama
cenaze işte. Rafet’in cenazesi, bizim evin
hemen yanında…
Rafet ölmüş!
Gündüz vakti, sokak ortasında üç
yerinden vurmuşlar hem de. Upuzun
sermişler yere. Polis gelip kaldırana kadar
da cesedine kimseler el sürmemiş. Ölüm
beklenmeyendir!
Ama böylesi değil,
Rafet’inki değil… Bal gibi biliyordu herkes
bunun olacağını. Yok yere ziyan ettiği
ömrüne son noktayı böyle koyacağını
herkes biliyordu. Belanın üzerine üzerine
giderdi çünkü Rafet. Kumara, içkiye, ota,
küfüre, kavgaya, her türlü pisliğe buladığı
varlığını gözümüze gözümüze sokardı.
37