7
kayarsak; Odo Marquard İlkeselliğe Veda – Çok Tanrıcılığa Övgü eserinde Avrupa solunu eleştirirken
özetle diyor ki, “Avrupa solu ‘vicdan benim’ dedi.
Böylece kendi düzlemini kaybetti, vicdan benim demekle, diğer akımları da kapsayabilecek, kendisinden
de “yukarıda” bir düzlemde yer alan bir vicdanı reddederek bir hukuksuzluk durumu, deyim yerindeyse
bir ‘neo-feodal çekirdek’ yarattı. Bu doğru bir hesap
sorma arayışının, marazlı bir uygulamasını doğurdu:
Vicdan benim demekle bir klik hukuku, kesim hukuku/vicdanı yarattı, haklıca sorulacak hesabı, bu yüzden, haksız yöntemler ve eylemlerle sormaya kalktı ve
sürekli kendisine referanslar vererek yanlış sonuçlara
ulaşmaya başladı.” Bunu bizim ülkemizin “muhafazakâr demokrasi”sine uygularsak, bizde bir vicdan sorunu var diyebilir miyiz? Şuna getirmeye çalışıyorum,
sizin Yunus Emre’ye dair “yaradılanı severim yaradandan ötürü” felsefesinin, “yaradan referansıyla sevgi
ilişkisi kurabilen, aynı referansla nefret ilişkisi de kurabilir” şeklinde bir eleştiriniz var. Hukuksal anlamda
ne demek istediğiniz açık, vicdan anlamında gördüğünüz sıkıntı nedir?
KC: Bu post-modernler –Allah belalarını versin!
Beddua küfür değildir ve bir Allah varsa yapacağı en
iyi iş bu post-modernlerin belasını vermektir- aslında
utangaç faşistler. Çünkü, örneğin, faşizm ne der? Rahmetli Mussolini –rahmetli zira dürüsttü, açıkça faşistim diyordu- derdi ki, “doktrinimiz diye bir şey yok,
doktrinimiz aksiyonumuzdur.” Ya da liberalizm; aslında “gücü gücü yetene” demektir. Libero, ipini koparmış demektir, libero mevkiinde serbest oynayan
topçuyu düşünün. Liberalizmin babalarından Hobbes,
ne diyor? “Homo homini lupus” yani “insan insanın
kurdudur.” Yani, aslında bütün insanlar ahlaksızdır, ahlaki açıdan hepsini parantez içine alırsan geriye ne kalıyor? Güç. O yüzden, “gücü gücü yetene” diyor.
nın reddi anlamına geliyor.
Zira “insan” varsa, haklar bütün insanlar için var. Çok
hukukluluk dendiğinde, sömürge yasaları, kadına özel
yasalara giden yolda pek bir mesafe kalmıyor.
Adam Şener, vaktiyle Hinduizmden güzel bir örnek
vermişti. Diyor ki, bildiğiniz gibi Hinduizmde, koca
öldüğünde karısını da yakıyorlar. Bu durumda ölenin
kardeşi, yengesini yakıp, “ne yapayım, dinim bunu
emrediyor” mu diyecek?
İnancına göre yaşama, çok hukukluluk görünüşte çoğulcu, demokrat, açılımcı (…) gibi görünse de aslında
insanın inkârıdır, insan haklarının da egemene göre belirlenmesine zemin hazırlamaktır.
TY: O zaman şunu diyebilir miyiz: “İnsan hakları,
devlet nezdinde, hukuksal düzlemde mücadelesi verilmesi gereken bir meseledir çünkü bir “hukuk ve kırtasiye” meselesidir, resmi, kurumsal bir meseledir ve
genel, ahlaki normlara göre belirlenir…
KC: (Araya girerek) Ahlaksız hukuk olmaz. Utanmasız da ahlak olmaz. Bu utanmayı eğitim ve aile terbiyesi kazandırır. Bir talebem, “insan yüzü kızarabilen
bir hayvandır” demişti. Ülkücü bir çocuktu, lisedeki
hocasından öğrenmiş. Çok doğru bir söz, yani her
şeyin temeli utanabilmektir, “ayıp yahu” diyebilmektir.
TY: Bu konuya geri döneceğiz hocam, devlet nezdinde insan hakları mücadelesi ve neo-feodal yapılara.
Ancak önce, sizin ‘ideal’ demokrasi anlayışınızı öğrenebilir miyiz? Demokrasi adına ‘olmazsa olmaz’ ilkeleriniz nelerdir? Bu ilkeler ölçüt olarak alındığı
takdirde Türkiye’de durum nedir?
KC: (Sohbetimizde daha önce adı geçen) Nisim Hoca’dan sonra başka bir Yahudiyi rahmetle anayım. Georges Gurvitch. Rus Yahudisi, ama Bolşeviklerle iyi
geçinemiyor, özgürlükçü sosyalizmden yana. Bakıyor
Bolşeviklerin iktidardan düşeceği yok, Proudhon’un
özgürlükçülüğü beni vatanımdan etti, bari onun vatanı
y