H Hayata
XX. Yüzyılda Aşk Başkadır
“Ayrılığımız çok mu uzun sürecek? Olsun, üç yıl sonra bile aynı olacağız,
yalnız bu süre içinde gerçek bir hayatım olmayacak. Bu, yalnız bir bekleyişten
ibaret olacak. Sizi bekleyişten.” dedi Sartre hayatının aşkına hapisten.
Eren Kürklü
[email protected]
A
şık olmuş ya da olmamış olalım,
hepimizin aklının bir köşesinde
delicesine imrendiğimiz, kendi
adını tarihe yazdırmış bir aşk hikayesi
barınmaktadır. İster XV. yüzyılın Vero-
na’sında sarsıcı ve imkansız bir aşkı konu
alan Romeo ve Juliet, ister sırf yaşadıkları
tutkulu aşkı sonlandırmak için savaş açtı-
ran Kleopatra ve Mark Antony’nin dille-
re destan hikayesi...
66
Hep eski örnekler verdik, sanmayın ki
böylesi aşklar sadece geçmişin koşulla-
rında var olabiliyordu.
Gelelim o zaman XX. yüzyıla. Devrim-
lerin, depremlerin, savaşların yarattığı
çöküşlere inat; aşklarını bütün bunların
ötesinde yaşayanlarımız bulunuyordu
elbette. Bunlardan biri de, kimilerinin
“ahlâksız aşk”, kimilerininse “modern
aşk” diye nitelendirdiği Sartre&De Bea-
uvoir hikayesidir. Dönemlerinin normla-
rına ve ahlâk kurallarına aykırı, alışılma-
dık bir aşkı en uçta yaşayan benzersiz bir
ikiliden söz ediyorum.
Aşıklar birbirlerini bulmadan önce pek
de farklı olmayan hayatlar sürdürüyor-
lardı. Simone de Beauvoir 1909’da “ta-
nınmış bir çiftçinin büyük kızı” olarak
dünyaya geldi. De Beauvoir babasının
direktifleriyle sert bir katolik eğitimin-
den geçerken, 1905 doğumlu Jean-Paul
Sartre babasız büyümek zorunda kaldı.
Her ikisi de, saygın burjuva ailelerinin
varisleri olmalarına rağmen, bu katı ve
geleneksel değerlere bir türlü uyum sağ-
layamıyorlardı. Çocukluk dönemlerinde
başlayan uyumsuz tavırlarıyla isyankârlık
dedirtecek kadar zorluyorlardı sınırları.
Beş yaşındayken hangimiz bize “çocuk”
dendiğinde sinirlenip “ben, benim.” diye-
rek varoluşçuluk çerçevesine adım attık
ki? Anlayacağınız, “alışılmışı reddeden-
ler” olarak tanındı çiftimiz. Ee şimdi çift
falan dedik, nasıl tanıştılar da ‘çift’ oldular
“Kurtuluşu bir başkasında
görmek, yıkılmanın en
güvenli yoludur.”
anlatmak lazım değil mi? yazılmış cümlelerdi onlar.
De Beauvoir, çeşitli akademik eğitim-
lerden sonra 1929’da Sorbonne’da fel-
sefe okumaya karar verdi. İyi ki bu ka-
rarı vermiş diyor insan. Çünkü aynı yıl
Sorbonne’da kurs alan Sartre ile tanıştı.
Yirmi bir yaşındaydı hayatının aşkını
bulduğunda Simone. Jean-Paul ise yirmi
dört. Aslında “ilk görüşte aşk” denileme-
yecek kadar atışmalı, bir o kadar resmi
bir ilişki vardı aralarında. Ders çıkışları
Sartre, “parlak bir genç kız” olarak nite-
lendirdiği Beauvoir’ı bulur, parklarda do-
laşırken bin bir farklı konuda fikirlerini
ortaya dökerlerdi ikisi de. Neden diye
sorarsanız eğer, tabii ki sadece diğerinin
savunduğu düşünceyi çürütmek amacıy-
la. Hani saf ve temiz bir çocukken her
birimiz “Eğer seni gıcık ediyorsa senden
hoşlanıyordur!” veya “Her aşk nefretle
başlar!” gibi cümlelerle kandırılmaya ça-
lışılıyorduk ya, belki de bu durum için Fakat tanıştıktan çok kısa bir süre sonra,
tüm bu tartışmaların arasında, aslında
hayata bakış açılarının çok da farklı ol-
madıklarını fark ettiler. İkisi de kendi-
lerine özgü felsefi kuram ve kavramlar
yaratmaya adamışlardı hayatlarını. Zaten
bildiğimiz üzere; Sartre Varoluşçuluk’un
babası ve Fransız aydınlarının temsilcisi,
De Beauvoir ise Modern Feminizm’in ön-
cüsü olarak tanındı. Kendilerine yepyeni
bir felsefe çerçevesi yarattılar. Hayatlarına
herhangi bir üstün otoriteyi uygun gör-
mediler. Devlet, toplum ve özellikle de
aile kavramlarını yıkmaya çalıştılar. On-
lar için önemli olan birey için özgürlüğün
nerede bulunduğuydu. Zaman geçtikçe
çiftimizin Avrupa’nın her yerine yayılan
bir üne sahip oldular. İkisi de sosyal ve
politik olayları yazdıkları her esere yan-
sıtıp eleştiren düşünürlerdi. Onlar için
hayat kısıtlanamayacak kadar değerliydi.