Perspective Perspective31-email | Page 68

H Hayata XX. Yüzyılda Aşk Başkadır “Ayrılığımız çok mu uzun sürecek? Olsun, üç yıl sonra bile aynı olacağız, yalnız bu süre içinde gerçek bir hayatım olmayacak. Bu, yalnız bir bekleyişten ibaret olacak. Sizi bekleyişten.” dedi Sartre hayatının aşkına hapisten. Eren Kürklü [email protected] A şık olmuş ya da olmamış olalım, hepimizin aklının bir köşesinde delicesine imrendiğimiz, kendi adını tarihe yazdırmış bir aşk hikayesi barınmaktadır. İster XV. yüzyılın Vero- na’sında sarsıcı ve imkansız bir aşkı konu alan Romeo ve Juliet, ister sırf yaşadıkları tutkulu aşkı sonlandırmak için savaş açtı- ran Kleopatra ve Mark Antony’nin dille- re destan hikayesi... 66 Hep eski örnekler verdik, sanmayın ki böylesi aşklar sadece geçmişin koşulla- rında var olabiliyordu. Gelelim o zaman XX. yüzyıla. Devrim- lerin, depremlerin, savaşların yarattığı çöküşlere inat; aşklarını bütün bunların ötesinde yaşayanlarımız bulunuyordu elbette. Bunlardan biri de, kimilerinin “ahlâksız aşk”, kimilerininse “modern aşk” diye nitelendirdiği Sartre&De Bea- uvoir hikayesidir. Dönemlerinin normla- rına ve ahlâk kurallarına aykırı, alışılma- dık bir aşkı en uçta yaşayan benzersiz bir ikiliden söz ediyorum. Aşıklar birbirlerini bulmadan önce pek de farklı olmayan hayatlar sürdürüyor- lardı. Simone de Beauvoir 1909’da “ta- nınmış bir çiftçinin büyük kızı” olarak dünyaya geldi. De Beauvoir babasının direktifleriyle sert bir katolik eğitimin- den geçerken, 1905 doğumlu Jean-Paul Sartre babasız büyümek zorunda kaldı. Her ikisi de, saygın burjuva ailelerinin varisleri olmalarına rağmen, bu katı ve geleneksel değerlere bir türlü uyum sağ- layamıyorlardı. Çocukluk dönemlerinde başlayan uyumsuz tavırlarıyla isyankârlık dedirtecek kadar zorluyorlardı sınırları. Beş yaşındayken hangimiz bize “çocuk” dendiğinde sinirlenip “ben, benim.” diye- rek varoluşçuluk çerçevesine adım attık ki? Anlayacağınız, “alışılmışı reddeden- ler” olarak tanındı çiftimiz. Ee şimdi çift falan dedik, nasıl tanıştılar da ‘çift’ oldular “Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur.” anlatmak lazım değil mi? yazılmış cümlelerdi onlar. De Beauvoir, çeşitli akademik eğitim- lerden sonra 1929’da Sorbonne’da fel- sefe okumaya karar verdi. İyi ki bu ka- rarı vermiş diyor insan. Çünkü aynı yıl Sorbonne’da kurs alan Sartre ile tanıştı. Yirmi bir yaşındaydı hayatının aşkını bulduğunda Simone. Jean-Paul ise yirmi dört. Aslında “ilk görüşte aşk” denileme- yecek kadar atışmalı, bir o kadar resmi bir ilişki vardı aralarında. Ders çıkışları Sartre, “parlak bir genç kız” olarak nite- lendirdiği Beauvoir’ı bulur, parklarda do- laşırken bin bir farklı konuda fikirlerini ortaya dökerlerdi ikisi de. Neden diye sorarsanız eğer, tabii ki sadece diğerinin savunduğu düşünceyi çürütmek amacıy- la. Hani saf ve temiz bir çocukken her birimiz “Eğer seni gıcık ediyorsa senden hoşlanıyordur!” veya “Her aşk nefretle başlar!” gibi cümlelerle kandırılmaya ça- lışılıyorduk ya, belki de bu durum için Fakat tanıştıktan çok kısa bir süre sonra, tüm bu tartışmaların arasında, aslında hayata bakış açılarının çok da farklı ol- madıklarını fark ettiler. İkisi de kendi- lerine özgü felsefi kuram ve kavramlar yaratmaya adamışlardı hayatlarını. Zaten bildiğimiz üzere; Sartre Varoluşçuluk’un babası ve Fransız aydınlarının temsilcisi, De Beauvoir ise Modern Feminizm’in ön- cüsü olarak tanındı. Kendilerine yepyeni bir felsefe çerçevesi yarattılar. Hayatlarına herhangi bir üstün otoriteyi uygun gör- mediler. Devlet, toplum ve özellikle de aile kavramlarını yıkmaya çalıştılar. On- lar için önemli olan birey için özgürlüğün nerede bulunduğuydu. Zaman geçtikçe çiftimizin Avrupa’nın her yerine yayılan bir üne sahip oldular. İkisi de sosyal ve politik olayları yazdıkları her esere yan- sıtıp eleştiren düşünürlerdi. Onlar için hayat kısıtlanamayacak kadar değerliydi.