babanın evladı için göze alabileceği ne varsa, bu dünyadaki tek mal varlığım, bıyığım için feda etmeye hazır olduğumu belirttim. Bana şu an hazır olup olmadığımı sorunca mendilimden çıkarttığım bıyık telimi ani bir hamleyle ona uzatarak minnettar bir bakış attım. Bu dünyada tesadüf etmediğim onlarca ucube aletin arasına girdiğimde kendimi tuhaf hisetmeye başladım, aklımı kaçırmış gibi davranıyordum. Çok geçmeden yavaş yavaş ruhumun bünyemden çekilmeye başladığını hissettim. Uyandığımda etrafımda onlarca sarı saçın, mavi gözün, kemik gözlüğün, sararmış sakalın, gülen suratın bana döndüğünü farkettim. Beyaz önlüklü birkaç suret benimle ilgili konuşuyordu. Aralarından dostum Edward’ı seçtiğimde “Neye gülüyorsun azizim!” diyerek elimi dudağımın üstüne götürdüm. Aman tanrım, bıyığım tam da orada öylece duruyordu. Lakin bakışlarda bir tuhaflık sezdikçe şüpheye düşüyor, yerimden kalkmak için hamlelerde bulunuyordum. Edward kolumdan tutuyor ve sakin olmamı salık veriyordu. Ani bir hamleyle doğruldum ve ayak yoluna koştum. Gördüklerim karşısında sükut-ü hayal içinde kalmış, adeta kendimi kaybetmiştim. Bıyıklarım yerli yerindeydi, fakat safran sarısı bir hüviyete bürünmüştü. O an gözlerimin karardığını hissettim.
Ben Genetik biliminin etiğe aykırılığını Osmanlı meclislerinde savunan ilk insan, ben sarı bıyığa sahip ilk Osmanlı. Ben Osman Refik en diz iz may stori. velkağm Osman, tenk yu for introdüğsing yorself and şeyring yor stori. Hey! lets sey velkam tu him, folk. Velkam Osman ! Şak şak şak.
×
Bu soğuk günlerde, sokakta yaşamak gerçekten muhteşem sevgili dostlarım. Benim için kapınızın önüne sıcak bir çay koymadınız ya alacağınız olsun. Gerçekten soğuk oysa ki, baya bi zorlanıyor insan. Kediler için leğenlerden yuva yaptığınızı gördüğümde leğen deliğine eğilip gözlerimi kısarak, soğuk nefesimi yüzlerine üfledim. Gözlerimi kısarak derin bir haset ve kıskançlık hissettim onlara karşı ama çok tatlı şerefsizler, az önce yedikleri bokun keyfiyle bi sigara yakmışcasına rahatlamış görünüyorlar. Fakat üşüyorum sevgili insanlık, hani insanın ardı gerçek anlamda donar ya, öyle üşüyorum.
Patrona resti çekip çıkarken keşke gocuğumu alsaydım diye geçirdim içimden, gocuk ofiste kaldı lan. Bi insanın gocuğu varsa o insanın sırtı yere gelmez der Engels. Oysa benim ne gocuğum ne de bir yuvam var. Gocuk olsaydı, onda teselli bulmam zor olmayacaktı. Havanın soğuk olduğu geliyor aklıma beynimi meşgul etmenin yollarını ararken. Bülent Ecevit’e yazarkasa fırlatan adam düşüyor sonra aklıma, sonra da o yazarkasa. İster istemez Ecevit’e kayıyor aklım. Rahşanının yiğidi, evinin direği. Yazık lan adama, benim yalnız ve güzel Ecevit’im. Beni böyle görseydi, gocuğunu aldığı gibi, “Rahşan dışarda bi adam el ediyor!” diyip apartman dairesinden aşağı iner, Tekel’den gazeteye sarılı bi şarap kapar da, gecenin zifirisinde Avrupa Birliği’nin gıcıklığından bahsederdik gibi geldi şimdi.
Zihnime çığlar düşerken donmamanın yollarını arıyorum. Bu gece bitecek dedim, askerlikte yaptığım gibi, dakikaları, saatleri sayıyorum. Gazete bayiinin önüne balyalarla bırakılmış gazetelerden birini aldım elime. Yaşlı amcaların futbol maçlarında üşüdüklerinde meh meh diyerek içlerine rüzgar girmemesi için soktukları “how to survive” temalı gazeteler aklıma geldi. “Bilgi öğrenilen bir şeydir.” demişti lisede az idealist bir hocam. Duyunca az gülmemiştim o nasıl bilgi lan öğrenilcek tabi diye içimden ama bilgi gerçekten de öğrenilen bir şeymiş sevgili dostlarım. Önce karnımı, sonra kollarımı örttüm gazete kağıdıyla. 3 dakika geçmemişti ki gazeteden bir zırh oluştu sırtımda. Köşe yazılarını okuyor, okuyucu yorumu yaparken gazeteye dolanıyordum. “Azıcık inin sırça köşkünüzden halka karışın burjuva pislikler, elitler ya!” diye çıkıştım en son yazara. Yüzümü kapattım o parçayla. Yavak yavaş uyuşuyorum, ölüyor olduğumu fark ediyorum. Huzurla kayıyorum. Gazete kağıtlarıyla kaplı bedenim yeni dökülmüş ılık İstanbul asfaltına seriliveriyor. Bilincimi yavaş yavaş kaybediyorum.
Bir ışıkla uyanıyor gibi oluyorum birdenbire. Etrafımda taze ekmek almaya çıkmış bir pazar emeklisi albay ve bir beyaz yakalı bekliyor. Beyaz yakalı, servis beklediği yerden uzaklaşmamak için telaşlıca oynatıyor başını sağa ve sola doğru. Servis gelince beyaz yakalı, beyaz minibüse doğru yönelirken servis şöförü el frenini çektiği gibi minibüsün penceresinden beyaz yakaya yönelerek, “Hayırdır Ahmet Bey kim ölmüş?” diye merakla fısıldıyor. Arabadan çıkardığı ince odunla yavaşça yanıma yaklaşıp eğiliyor servis şöförü ve odununu belime belime dürtmeye başlıyor.
Çok rahatım ben, tüm telaştan uzakta bedenim gazete kağıdıyla siper edilmişken, çok kaygısız ve tahammülkar hislerin tam içindeyim. Kıpırdamamak için direniyorum belime dürtülen oduna karşın. Emekli albay, kıpırdamıyor ölmüş gariban dediği anda doğruluyorum ve servis şöförünün elinden odunu kapıyorum. Telaşla bağırmaya başlıyor servis şöförü, “Ölü dirildi, ölü dirildi!” diye bağırarak mahallenin bakkalına sığınıyor. Emekli albay, askerliğin verdiği dirayetle sakin. Beyaz yaka oğlunu düşünüyor ara ara apartmanın balkon penceresine bakarak. Görse korkardı beni. Odunu alarak yoluma devam ediyorum, gazete kağıtlarını içime sokuşturup bir kuytuya yanaşıyorum.
Bugün de ölmeyeceğim dostlarım, odunu yakacağım gece, hava burada serince, pazar kahvaltınızı evinizde yapın, iyi pazarlar.
×
Patrona resti çekip çıkarken keşke gocuğumu alsaydım diye geçirdim içimden, gocuk ofiste kaldı lan. Bi insanın gocuğu varsa o insanın sırtı yere gelmez der Engels. Oysa benim ne gocuğum ne de bir yuvam var. Gocuk olsaydı, onda teselli bulmam zor olmayacaktı. Havanın soğuk olduğu geliyor aklıma beynimi meşgul etmenin yollarını ararken. Bülent Ecevit’e yazarkasa fırlatan adam düşüyor sonra aklıma, sonra da o yazarkasa. İster istemez Ecevit’e kayıyor aklım. Rahşanının yiğidi, evinin direği. Yazık lan adama, benim yalnız ve güzel Ecevit’im. Beni böyle görseydi, gocuğunu aldığı gibi, “Rahşan dışarda bi adam el ediyor!” diyip apartman dairesinden aşağı iner, Tekel’den gazeteye sarılı bi şarap kapar da, gecenin zifirisinde Avrupa Birliği’nin gıcıklığından bahsederdik gibi geldi şimdi. Zihnime çığlar düşerken donmamanın yollarını arıyorum. Bu gece bitecek dedim, askerlikte yaptığım gibi, dakikaları, saatleri sayıyorum. Gazete bayiinin önüne balyalarla bırakılmış gazetelerden birini aldım elime. Yaşlı amcaların futbol maçlarında üşüdüklerinde meh meh diyerek içlerine rüzgar girmemesi için soktukları “how to survive” temalı gazeteler aklıma geldi. “Bilgi öğrenilen bir şeydir.” demişti lisede az idealist bir hocam. Duyunca az gülmemiştim o nasıl bilgi lan öğrenilcek tabi diye içimden ama bilgi gerçekten de öğrenilen bir şeymiş sevgili dostlarım. Önce karnımı, sonra kollarımı örttüm gazete kağıdıyla. 3 dakika geçmemişti ki gazeteden bir zırh oluştu sırtımda. Köşe yazılarını okuyor, okuyucu yorumu yaparken gazeteye dolanıyordum. “Azıcık inin sırça köşkünüzden halka karışın burjuva pislikler, elitler ya!” diye çıkıştım en son yazara. Yüzümü kapattım o parçayla. Yavak yavaş uyuşuyorum, ölüyor olduğumu fark ediyorum. Huzurla kayıyorum. Gazete kağıtlarıyla kaplı bedenim yeni dökülmüş ılık İstanbul asfaltına seriliveriyor. Bilincimi yavaş yavaş kaybediyorum. Bir ışıkla uyanıyor gibi oluyorum birdenbire. Etrafımda taze ekmek almaya çıkmış bir pazar emeklisi albay ve bir beyaz yakalı bekliyor. Beyaz yakalı, servis beklediği yerden uzaklaşmamak için telaşlıca oynatıyor başını sağa ve sola doğru. Servis gelince beyaz yakalı, beyaz minibüse doğru yönelirken servis şöförü el frenini çektiği gibi minibüsün penceresinden beyaz yakaya yönelerek, “Hayırdır Ahmet Bey kim ölmüş?” diye merakla fısıldıyor. Arabadan çıkardığı ince odunla yavaşça yanıma yaklaşıp eğiliyor servis şöförü ve odununu belime belime dürtmeye başlıyor. Çok rahatım ben, tüm telaştan uzakta bedenim gazete kağıdıyla siper edilmişken, çok kaygısız ve tahammülkar hislerin tam içindeyim. Kıpırdamamak için direniyorum belime dürtülen oduna karşın. Emekli albay, kıpırdamıyor ölmüş gariban dediği anda doğruluyorum ve servis şöförünün elinden odunu kapıyorum. Telaşla bağırmaya başlıyor servis şöförü, “Ölü dirildi, ölü dirildi!” diye bağırarak mahallenin bakkalına sığınıyor. Emekli albay, askerliğin verdiği dirayetle sakin. Beyaz yaka oğlunu düşünüyor ara ara apartmanın balkon penceresine bakarak. Görse korkardı beni. Odunu alarak yoluma devam ediyorum, gazete kağıtlarını içime sokuşturup bir kuytuya yanaşıyorum. Bugün de ölmeyeceğim dostlarım, odunu yakacağı gece, hava burada serince, pazar kahvaltınızı evinizde yapın, iyi pazarlar.