DÜNDEN BUGÜNLERE BENİM TIBBİYEM VE ÜNİVERSİTEM
19
07.07.1973’te emekli oldu. 19 Kasım 1973 tarihinde de vefat etti. Fazıl Noyan hoca ise; Zeki hocanın
aksine sakin, yavaş ve düzgün konuşan, filozofik bir kişilik idi. Ortadan biraz kısa boylu ve biraz
kilolu idi. Yuvarlak ve hafif kırmızı yüzü, yeşil gözleri ile sempatik bir tip. Öğrenci ile ilişkileri de
sıcaktı. İmtihanlarında ise titiz, metodik ve düzenli idi. Yani bir soruyu bilince geçirmek veya yine bir
soruyu bilmediği için kızıp bırakmak gibi bir yapısı yoktu. 1967’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi ikiye ayrılırken, Zeki Zeren hoca ile beraber Çapa Hastanesi’nde kurulan İstanbul Tıp Fakültesi
kadrosunda kaldı. O yıllarda henüz hoca değildi ama, anatomi denince bizim sınıfta herkesin hemen
hatırlayacağı bir isim daha var: Doktor Sami Zan. Hatırladığıma göre genellikle Doktor Orhan Kuran
ile ikisi anatomideki kadavra pratiklerinde görevli olurlardı. Yeni yeni görüp alışmaya çalıştığımız, o
soğuk anatomi kadavra salonlarının âdeta sembolü olan Doktor Sami Zan... Kadavra salonunda bir
taburenin üzerine çıkar, konuları canlı bir ifade ve kendisine has medikal ve paramedikal espri ve
benzetmelerle süsleyerek o kadar güzel anlatırdı ki... Anatomi denince Sami Zan hocayı anmamak
haksızlık olur. Öğrenciliğimizden kısa süre sonra hem Doktor Sami Zan ve hem de Doktor Orhan
Kuran doçent oldular. Doktor Sami Zan, hocaları gibi Çapa’da kurulan İstanbul Tıp Fakültesi’nde
kaldı. Doktor Orhan Kuran ise Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde anatominin kurucusu oldu.
Türk Tıbbında Anatominin Tarihçesi
Kökü eskilere dayanan temel bilim dallarının bizdeki tarihçelerine bakıldığında, nedense çok
kullanılan ve sevilen bir deyimle, “Modern Gelişmelerin” önce 1827’de kurulan Tıphâne ile başladığı
ve daha sonra 1939’da kurulan Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şâhâne ile yerleşip geliştiği kabul edilir.
Bu tarihleri ülkemizde tıbbın miladı olarak kabul etme eğilimi uzun süre âdeta ağız birliği edilmişçesine her dal için geçerli bir davranış gibi oldu. Bu yorumlarda o kadar ileri gidildi ki, Osmanlı
İmparatorluğu’nda 17. yüzyıl sonlarında başlayıp 18. yüzyılda artan gerileme ve çöküntü yıllarında
her şeyde olduğu gibi tıpta da görülen yozlaşmayı tüm tıp tarihimize mâl ederek, milât kabul edilen bu tarihlerden önceki tıbbımız âdeta yoksandı. Hatta neredeyse silindi. Bırakınız Anadolu’daki
daha önceki eski medeniyetleri, 11. yüzyıldan sonra Selçuklular, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında yani Türklerin Anadolu’ya yerleştiği dönemlerde kurulan ve dönemlerinde
dünyadaki en ileri bilimsel düzeyde olan hastaneleri, şifahaneleri, bimarhaneleri ve bunların yanında
kurulan tıp mekteplerini ve de o dönemlerde yazılmış birçok kıymetli eserleri bir kalemde silerek tıp
tarihimizi, önüne bir de “Modern” deyimini katarak, 1827 veya 1839’da başlatmaya çalışmak hangi
akla hizmettir anlamıyorum. 1827 ve 1839 tarihlerini savaşlar, çalkantılar ve çöküntüler içindeki
Osmanlı İmparatorluğu’nda, tüm idari ve bilimsel alanlarda olduğu gibi, Batı’da oluşmaya başlayan
yeni gelişmelere uyum hareketi olarak yeni bir dönem gibi algılamak olabilir. Ancak bunu, Türk
tarihindeki tıbbı küçümseyerek hatta yok sayarak veya silerek yapmak hiç de doğru değildir. Tarihi
kalıntılarını bile hayret ve hayranlıkla seyrettiğimiz Anadolu’nun eski medeniyetlerini, sonraki beylikleri, Selçukluları, hele hele üç kıtaya yayılmış dünyanın en büyük imparatorluklarından biri olan
Osmanlı İmparatorluğu’nu, bir taraftan her yönü ile gelişmiş bir topluluk olarak kabul edecek ama tıp
alanında yok sayacaksınız. Olacak şey mi bu? Hiç şüphesiz o çağlardaki tıp da, bu gelişmiş toplumların medeniyet seviyelerine paralel olup dönemlerinin en iyisi idi. Başka türlü de olmasına imkân var
mı? Ama bizde, özellikle tıp dallarının tarihini yazan birçok kişi niye hemen her şeyi 1839’la başlatır?
Niye biz özellikle eski tarihimizi batı kaynaklarından öğreniyoruz? Niye sayıları oldukça az ciddi
tıp tarihçilerimizden başka -ki bu bilim adamlarının bir kısmı da şimdi hayatta değiller- çok geniş tıp
tarihimize sistemli olarak eğilen yeterli sayıda bilim adamımız yok?