Tâhir Ceyhun Yıldız
Hepimizin mâlûmu; 15 Mart sabahına 50
Müslüman’ın acısıyla uyandık. Asırlardır
dünyaya kan kusturan, kadın-çocuk
demeden insanları türlü işkencelerle
katleden Hristiyan terörizmi o gün Yeni
Zelanda’da kendini göstererek 50
Müslümanı katletti… Bu yazıyı yazmamın
elbette birinci sebebi bu katliamı tel’in
ama
asıl
maksadım
o
katilin
manifestosunda yer alan, bizim ülkemizin
sınırları içinde olmasına rağmen; sanki
bizim değilmiş gibi sahipsiz duran
Ayasofya’dır.
Mevzuû Ayasofya olunca; yazacak çok şey
var iken ben nereden başlayacağımı
bilemem.
Eh;
bu
da
benim
tecrübesizliğimden. Ayasofya dendiği
zaman birçok hissi yaşar kalbim. Meselâ
Fâtih’in feth-i Konstantiniyye’si gelir,
gözümün önüne… “Bizim gücümüzün
ulaştığı yere; sizin hayâlleriniz bile
ulaşamaz” diyen ecdâdımın İstanbul’a
girerken tasvîr edildiği bir çizim var ya; o
gelir gözümün önüne hep… Batı’nın,
putperest Hristiyanların yok oluşu gelir.
Cesâreti gelir Türk’ün, azmi gelir…
Allah’ına, peygamberine, dînine sadâkâti;
cihada, şehâdete susamışlığı gelir
yâdıma… Sonra hani bir rû’yâ görürüz,
uyanırız ama “keşke uyanmasa idim” deriz
ya; işte öyle. Kutlu bir rû’yâdan uyanmış
gibi olurum sonra… Ayasofya Câmiî,
Ayasofya müzesi olmuş… Ayakkabıları ile
girilen bir taş, toprak yığını olmuş… 29
Mayıs 1453’te başlayan Ayasofya rû’yası,
24 Kasım 1935’te bitti… 84 yıldır ‘müze’
denilen bir illetle yaşıyoruz… Ayasofya’ya
girme bedelimiz 60 tl. Uğruna binlerce
canın verildiği fethin sembolü Ayasofya’ya
60 tl vererek, ayakkabılarla giriyoruz.
Sanki bir tarihi, bir mefkûreyi, bir devri, bir
saltanatı çiğner; onların üstünde tepinir
gibi giriyoruz. Polisten kaçarak 2 re’kat
namaz kılmaya kalksak hemen polis
ordusu başımıza geliyor… Ama dans, bale
yapılınca serbest!
40