Martı Eylül 2014
Mevlana ile Şems, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin
tarihin derinliklerinden gelip de günümüz insanının
yaralarına derman oluyorlar... Kitapta en çok sevdiğim bu
bütünlük oldu...
Aşıklar gök kubbe altında bıraktıkları hoş sada ile yaşarlar. Onların kabri kalben hüsn
( güzelliğin merkezidir.) Mevlana Ve Şems dostluk bağından aşk bahçesine varışın
örneğini günümüze capcanlı hala taşıyor. Almasını bilen alır. Alamayan da nasipsizliğine
yansın. Ferhat aşk- sadıkın etten kemikten temsilcisi. Aşkına vefakâr olmayan utansın.
Şirin adı üstünde cilve ve nazdan uzak. Hep niyazda. Aşkın bir adı da kadir kıymet
bilmek değil midir? Şirin bu kadrin bekleyen yolcusu. Mecnun mutsuzluğun değil bilakis
mutlu olmanın yegane yolunu gösteriyor: Mecnun’a neresini sevdin bunun deyince,
sen kadehle meşgulsün, ben içindeki şarapla uğraşırım. “Gel de benim gözümle gör.”
Mutsuz olanlara söylememiz gerek, eğer insan mutsuzsa bu dışarıdan birinin sana
yaptığı, eşinin yaptığı, karının yaptığı, arkadaşının, annenin, babanın dışarıdakilerin
yaptığı ile ilgili değil. Kendi içimizdeki kirlenmişlik bize mutsuzluk getiriyor. Mutsuzluk
oradan doğuyor, ama biz adını koyamıyoruz.
Mevlana’nın “gel!” çağrısını işte bu
nazardan anlamak gerek. O gel derken
el ayak kastetmiyor, bir mekandan
diğer mekana gelme değil bu gelme. Bu
gel daveti” Kendine gel, değişmeye gel,
benliğine gel!”
43