Kalabalık Dergi Kalabalık Dergi 4. Sayı | Page 17

Kalabalık Ağustos 2013 Hiç olmazsa koca gitmeseymiş, üstüne üstlük başka kadına gitmeseymiş. Barışıp dert yüklenmek istememişler yani. Beşi de gebersin. El bunlardan iyi… Beş erkek değil, beş kek. Anacığı zavallı ev kadını... Gizli gizli kırış kırış para vermekteymiş çeyizi evde çürüyen kızcağızına. Dört oğlandan sonra gelen hediyesi… Hediye bu hallerde işte… Hediye de oğlunu ağacın altına, benimkinin yanına oturttu. Yanıma gelir gelmez adımı sordu. Hayat Baktan. Adımla birlikte soyadımı da söylerim. Kısaca Hayat, çok garip gelir bana. Üstelik ikisi birden sanki gizliden bir şey anlatır; bir gerçeği. Başını salladı. Sıra ondaydı, adını söyledi. O benim Hayat olmamdan memnundu ama ben onun Neşe olmasından memnun değildim. Daha çok Hediye gibiydi. Neşe’nin anlatmasını istemedim. Ben nasıl olsa biliyordum her şeyi. Anlatmadan önce çubuk kraker ikram etti. Kıtır kıtır yedik. İçim ezilmiş, ne iyi geldi kıtırtı. Hastane bahçelerinde hikâyeler asla sahiplerinde durmaz. Anlattı; kocası o hamileyken ölmüş. Başı sağ olsun. Baba evine dönmüş. Bir anası, bir babası, bir de bunlar varmış. Çocuğun maaşı biraz soluk aldıracakmış. Bu kadar. Ne olacak Sayın Baktan, bu kadar işte. Bana Sayın Baktan deme Hayat Baktan. Gerçekle hayal bir kerecik olsun denk düşmez mi? Hep düşmez, hep kızarım. Kızınca da, kendimi iyice kızdırırım böyle. Neşe dürttü. Meyve suyu ikram etti. Tuzlu tuzlu kıtır kıtır yanmıştım. Vişnenin bulanık suyu derman oldu. Minicik plastik kamışlarla tatlı suyu çeke çeke dibini ettik kutuların. Neşe pek çekingendi ama baktı ben hâlâ fırrr fırrrrr ediyorum o da saldırdı aynı iştahla kutunun dibindeki damlacıklara. Kutuları bıraktık, arkamıza yaslandık. Karşımızda koca bir ağaç, ağacın altında biri altı yaşında diğeri on sekizinde normal sayılana göre iki geri beyinli, tepemizde ışıl ışıl güneş; bir hoş olduk. Neşe mırıldayarak bir şey dedi. Ne dediğini sormadım, o da tekrar bir şey demedi. Diyesi yoktu, dinleyesim yoktu. Aynı şekilde benim de tek söz edesim yoktu; o da dinlemezdi zaten. Güneş öyle güzel öyle parlaktı ki dinleyemezdik, anlatamazdık. Soluduğumuz hava her zamanki hava değildi sanki de ondan öyle koklaya koklaya, derin derin soluduk, ciğerlerimize ferahlık doldurduk. Çok feahladım diyecektim, Neşe lafı ağzımdan aldı. Çok ferahlamış. Niye böyle olduğundan bana ne, Neşe’ye ne. Bazen iyi olanın niye olduğunu sormamak daha iyi... Neşe saate baktı. Mutluluğun huyu batsındı; kısa keserdi. Zaman gitme zamanı. Tam kalkacağız Neşe omzumu tutup başıyla ağacın altını gösterdi. Seninki benimkine ne ediyor. Kafasını kokluyor. Sevdiklerinin kafasını koklar. Neşe dudağını ısırdı. Dayanamadı, bastı kahkahayı. O öyle içini yırta yırta gülünce ben de başladım gülmeye. Onun gülüşü beni, benim gülüşüm onu azdırdı. Güle güle ağladık; gerçekten değil, gülmekten. Allah iyiliğimizi versin. Bu neydi böyle, tövbe tövbe. Bu şeydi galiba; neşe. Miyase AYTAÇ YILMAZ 17