FELSEFE
66
salt bir “seçme sorunu” olduğu bakış
açısını geliştirir. “Yararcılık” başlığı altına düşen sözde törel kuramlar “yarar”
kavramını törel davranışın ilkesi olarak
almada aynı irrasyonalizme katılır, insanın moral özünü yadsır, ahlaksal olmayanı, aslında ahlaksal problemi yaratanı
ahlaksal ölçüt olarak kabul ederler.
Felsefe Tarihinde usdışı çizginin sergilemesini sunan böyle talihsiz felsefecilik örnekleri ile karşıtlık içinde, örneğin
modern kalkülüsün bulucusu olan ve
bilimsel gelişime katkısı paha biçilmez
sayılan Leibniz bu dünyanın “olanaklı dünyaların en iyisi” olduğu vargısını
çıkarıyor, çünkü bütün bir evren gibi
insan doğasının da ussal olduğu öncülü üzerine düşünüyordu. Dünyadaki
kötülük insanın moral eğitimsizliğinin
sonucudur. Benzer olarak, Spinoza
usun tutkulara köleliği yenebileceğini
doğruluyor ve bunun salt öznel bir dilek
sorunu olmadığını, insanın ussal varoluşa yazgılandığını geometrik yöntemi ile
tanıtladığını düşünüyordu. Ahlakın olanağı bu dünyanın ya da öte dünyanın
korkusu, zor, ceza, ödül vb. gibi dışsal
etmenlerde değil, ama insan doğasının
kendisinde, onun ussal özgürlüğünde
yatıyordu.
İyi olanı istemek ussaldır ve insanın kendini törel olarak sonuna dek ve son insana dek eğitmeyi başarmasının önüne
çıkacak üstün güçler, altyapılar, özerk
teknolojiler vb. gibi herhangi bir engel
yoktur. İnsan istencinin saltık olarak İyi
olanı istediği ve kötü olanı isteyemeyeceği etik kavramının kendisinin birincil
belirlenimidir, insanın moral özünden
doğar, ve törel yaşamın eksiksizleşmesinin olanaklı ve zorunlu olduğu vargısına
götürür. Kötü olan istenebilir, ama tüm
felsefesi İyinin doğasını anlamaya adanmış Sokrates’in çok önceden gördüğü
gibi, kötü ancak iyi olanın yerine alındığı
için istenebilir. Yanlışlıkla iyi olarak istenen kötünün gerçekte kötü olduğu anlaşılır anlaşılmaz yadsınacaktır. Duyunç
kötü olarak bilineni iyi olarak yargılayamaz ve istenç kötü olanı isteyemez.
Ussal doğaları gereği bunu yapamazlar.
THE TRAGEDY OF THE COMMONS
Realiteye güçlü bir nihilistik bakış açısından yaklaşan Garret Hardin’e (5) göre
Gottfried Leibniz
MODERN KALKÜLÜSÜN
BULUCUSU OLAN VE
BİLİMSEL GELİŞİME KATKISI
PAHA BİÇİLMEZ SAYILAN
LEİBNİZ BU DÜNYANIN
“OLANAKLI DÜNYALARIN EN
İYİSİ” OLDUĞU VARGISINI
ÇIKARIYOR, ÇÜNKÜ BÜTÜN
BİR EVREN GİBİ İNSAN
DOĞASININ DA USSAL
OLDUĞU ÖNCÜLÜ ÜZERİNE
DÜŞÜNÜYORDU.
(The Tragedy of the Commons, 1968),
“Ortak bir şeyde özgürlük herkese yıkım getirir” :: “Freedom in a commons
brings ruin to all,” çünkü herkes ortak
kaynakları sorumsuzca ve sınırsızca
kullanıp tüketme eğilimindedir. Bir zamanlar “üçüncü dünya” olarak tanımlanan kültürlere çok daha uygun düşen
bu bakış açısına göre insan istençsizdir
ve içgüdüsel olarak davranır. Kollektif
eylem kavramının kendisini çürüten
bu kuram üzerine örneğin çevrecilik
sonuçsuz kalmak zorundadır, denizleri
kurtarmak olanaksızdır, kentlerin havası sonsuza dek kirli kalacaktır çünkü
bencillik yenilemezdir. Aslında “duyunç
kendini yok edicidir” :: “Conscience is
self-eliminating.” Bu enteresan görüş
genetik ile ilgili bir örnek verilerek pekiştirilir. Bunu göstermek için Hardin nüfus artışı problemini kullanır. Duyunçlu
insanlar doğum oranlarını azaltırken
duyunca yanıt vermeyenler daha büyük
bir oranda üreyecek, bu kuşaktan kuşa-
ğa üreme genlerinde kalıtsal bir etki, bir
içgüdü değişimi yaratacaktır. Kollektif
eylem problemini çözmede duyunç işe
karışmamalıdır, çünkü “patojenik etkileri” vardır.
MODERN VE ÖN-MODERN
İnsan hakları, politik özgürlük, kültürel özerklik gibi kavramlardan henüz
yoksun olan ön-modern toplumlar