TAZİYE
Mümin Numan Munis
Hep sardunyalar olurdu pencerende. Annen daha ölmemişti.
İnsan unutkanlığı; herkes kendini çok güçlü zanneder, her şey
kendince yolunda yaşayıp giderken. Unuttuğu kırılganlığını bir kere
daha hatırlar, çok sevdiği birini mezara indirirken… Maksat konuyu
dağıtmak değil ama sen zaten hep kırılır gibi konuştun benimle. Sen
çok başkaydın.
Sabaha karşı çalan bütün telefonlardan hep kötü haberler mi alınır,
bilmiyorum. Sabaha karşı aradın beni. O gün bugündür sabaha karşı
başka kimse de aramadı. “Annem…” dedin, söylemene gerek
kalmadı gerisini. İncinmişliğini tutup bağrıma bassam canın ne çok
yanardı belki. Çünkü durmadan sızlayan bir yara gibiydin. Unuttuğun
her şeyi hatırlıyordun, aklındakilerin bir kısmını unutarak.
Günlerden Perşembeydi. Hastane bahçesinde aceleye getirilmiş bir
zaman aralığında sigara içerken ayaküstü konuştuk:
“İnsan öleceğim sandığı yerde ölmüyor, ne acı! Görmen gereken her
şeyi illa görüyorsun.”
“Buna kader diyorlar.”
“Kader demek hüznümü azaltmıyor.”
“İnanmak ihtiyaca bakmaz. Kader bir antidepresan türü değil ki acını
hüznünü azaltsın. Hüzün, bizatihi kulluktur.”
Dudakların sessiz bir duaya kımıldandı yüzüme bakarken en son. Sen
zaten hep son edilen dualar gibi baktın yüzüme.
Annen öldü. Sonra sardunyaları kaldırdın pencereden. Zaman geçti.
Güz yangını, çetin kış, bahar gecikmesi, ter tüketen yaz…
Mevsimden mevsime sürüklendikçe karşılıklı iki boşluğa döndük.
Birbirimiz üzerinde kaybetmeyi tecrübe ediyorduk durmadan. Hangi
sokağı yürüsek orada kıyamet, hangi şehre varsak orada ihanet!
Tanıdık bildik bütün yüzleri silme çabasıyla dolaştık durduk
yalınlığımızda.
78