Süleyman’da öyleydi. Ellerimin çok değişik bir şekilde ıslandığını hissettim.
“ Az kaldı kardeşim sabret. “
“ Zaman yok Osman, zaman daralıyor.”
Osman sırtındaki sızının yüküyle iki dizinin üstüne çöktü. Süleyman da dizlerinin üstüne
devrildi. Şimdi hellallik zamanıydı:
“ Ailen, onlara ne oldu demiştin ya? Asker olduktan üç yıl sonra Yunanlılar’ın saldırısına
uğradılar. Karım, bebeğim, anam, babam öldürülmüş. O zamanlar rütbeli değildim. İzinde
öğrendim. O eve gidemedim. Soğuk duvarlar yerine dumanlı denizleri tercih ettim. Bunu sana
anlatamadım. Kabullenemedim içimdeki boşluğu, kabullenemedim kırkı çıkmamış kızımın
ölmesini, kabullenemedim anamın babamın hakkını alamadan ölmelerini, karımın namusuna
el
uzatılıp öldürülmesini kabullenemedim. Onlarla helalleşemedim. Ama şimdi senden helallik
almak farz, hakkını helal et Osman. Düşman yaklaşıyor, elinde silahıyla vurmadan önce
hakkını helal et Osman!
Ağlıyordum. Toprağımın ne halde olduğuna ağlıyordum. Bir tetik sesi işittim. Başımda
Azrailin belirdiğini hissettim. Gözlerimi açtığımda güneş her yeri aydınlatıyordu. Başımdaki
adam anlamadığım şekilde konuştu. Korkusuzca ona baktım. Etrafıma ve Süleyman’a.
Askerler
çamura karışmış, toprak kana bulanmıştı. Kendi bayrağımın dalgalandığını gördüm.
Süleyman’a baktım her yeri kandı.“ Bak Süleyman, bir gün güneş bizim için doğacak demedim
mi? Hakkını helal et Süleyman,
hakkını helal et. “
“ Helal olsun!”
Başımızdaki asker tetiği çekti. Bayrağa baktım. Kuşlar uçuyordu göklerde, Süleyman’a
baktım gözleri açık kalmış, bedeni ağırlaşmaya başlamıştı. Sonra o tetik bana doğruldu.
“Güneş…”
Dilara E.