GÜNEŞ BİRGÜN DE BİZİM İÇİN DOĞAR
Nöbetçinin haberi üzerine Yüzbaşı Süleyman, dürbünü boynundan çıkardı. Bugün bir
başka kan kokusu çekiyordu topraklar. Geceyi yutuyordu koskoca deniz. Bu durumu görmek
için dürbüne ihtiyaç yoktu zaten. Sade bunlar değildi mesele, şehirde de olaylar iç
karartıcıydı.
Millet ikiye bölünmüş durumdaydı. Manda ve himayeyi savunanlar ortalığı kasıp
kavuruyordu.
Ah bir de şu Yunanlılar bitmek bilmez bir hastalıktı sanki. Bütün toprağı kana buluyor, aynı
zamanda kana doymuyorlardı.
Yüzbaşı Süleyman kafasını yana doğru çevirdi. Şafak vakti daha sökmemişti. Arkadan bir ses
işitti:
“ Yine erkencisin Süleyman. Gözlerindeki dert nedir ki seni bu saatte uyandırdı?”
Bu ses, onun tabur arkadaşı Osman’ındı. Yakınlardı sonuçta. En uzun günleri, barut kokulu
geceleri bir olmuştu. O da aynı üslupla devam etti:
“ Belli ki o dert seni de uyutmamış. Senin gözlerindeki uykuyu bu saatte kaçıran nedir? ”
Osman iki adımda Süleyman’ın yanına vardı. Bu sefer biraz durgunlaşıp ciddiye bindi.
“ Denizler yine hainlik yapıyor değil mi? “
“ Evet!” dedi denize bakarak. Duman sardıysa denizi, belliydi bu gemilerin geleceği. Osman
derin bir nefes alarak sordu:
“ Ne zamandır buradayız Süleyman? Kartlaştık sanırım. “ dedi acı bir gülümseme içinde.
“ Bilmem, saymayı bırakalı uzun zaman oldu. “
“ Peki ya ailen? Onlara ne oldu?”
Sustu önce Süleyman, uzaklara daldı:
“ Ben onları Allah’a emanet ettim. Sadece hırkamı alıp buraya geldim. “
Osman buruk bir şekilde tebessüm etti. Ağzını açıp kapatıncaya kadar hemen yanıbaşlarında
bir
gürültü meydana geldi. Ve alevler toprağı kavurdu. Osman ve Süleyman yana devrildi.
Ardından yine o kulakları delecek kurşun sesleri. Birbirini kovalıyordu vızıltılar. Ve yine
muharebe ediyordu askerler. Çok geçmedi Süleyman ve ben süngülerimizi takıp düşmana
doğru koştuk. Düşman ise delirdiğimizi düşünüyordu. Değerdi gerekirse bir avuç toprağa, bir