EMEĞİN SANATI 161. SAYI | Page 71

Sayfa 71  dosa giden/ Bir bahar akşamı dünyada/ Ben dört duvar arasında değilim/ Pirinçte, pamukta ve tütündeyim/ Karacadağ, Çukurova ve Cibali’de...” Tel örgüler, duvarlar, demir parmaklıklar bu düşselliğe vız gelir... Lirizmin doruğundadır, tek bir dize bile kekelemeden, anlatım sıkıntısı çekmeden. Beyin ve yürek bir olmuştur. En acılı, en hüzünlü ama en umutludur. Her zaman ‘umut ile sevda ile düş ile’dir. ‘Onur’ bu duyarlığın nirengisidir. Onu mahpushane karanlığında aydınlatan bir çift göz vardır. Zaman zaman yangın mavisine çalsa da asıl rengi yeşildir. Çünkü yeşil güzel bir dünyaya duyulan özlem ve sevgilinin gözlerine bir göndermedir. Ahmed Arif şiirindeki özne, bildik anlamda savaşan, kurşun atan, kılıç sallayan bir özne değil, daha çok baskı altına alınmış, hapsedilmiş, hakları ve özgürlükleri kısıtlanmış bir mazlumdur. Ama bu özne teslim olmayı asla düşünmeyen, dayatan ve direnen bir kişiliktir. Cemal Süreya’nın deyişiyle Ahmed Arif’in şiiri ‘Yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir... İçerisi ve dışarısı, düş ve gerçek, kavga ve sevda iç içe girmiştir... Her şey ‘Umut ile sevda ile düş ile’dir. Tarih, bir bakıma insanlığın hafızasını elinde tutar. Günlük hayatın içinde yaşanan acıları unuturuz, zaman içinde üstü küllenir. Neyse ki tarih var, hafıza var. Bütün bir ömrün tüm rüzgârları ve sabıka kayıtları var orada... Tarihin hafızasında kayda geçen sayısız olaylardan biri de tıpkı Roboskî gibi ama yıllar önce - 30 Temmuz 1943’te - böyle bir yaz sıcağında yaşanan “33 kurşun olayı”... 33 köylünün yargısız infazı daha çok Ahmed Arif’in ‘33 Kurşun’ şiiriyle kamuoyunun ve birçok araştırmacının ilgisini çekmiştir.[27] Unutulmamıştır, unutulmayacaktır ve hâlâ yaşamaktadır Ahmed Arif; tıpkı Enver Gökçe gibi… O da, edebiyatımızda “acılı kuşak” olarak bilinen 1940 kuşağındandır. Bu kuşağın “acılı” olarak anılmasının nedeni, her birinin başlarına gelmedik belanın kalmamış olmasındandır. Bu dönemde Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Niyazi Berkes gibi üniversite hocaları işlerinden kovulmuş, yurdu terk edip başka ülkelerde yaşamak zorunda kalmışlardır. Rıfat Ilgaz’ın, Aziz Nesin’in başlarına gelenler anlatmakla bitmez. Bu baskıların doruk noktası da tarihe “1951 Tevkifatı” olarak geçen yaygın tutuklama, işkence ve yargılama sürecidir. Bu korkunç baskı günlerini Enver Gökçe, “Biz mapusta gürül gürül yatardık/ Yılan, çıyan içinde” dediği, İstanbul Emniyeti’nin “tabutluk” adı verilen 60x40x180 cm. ölçülerindeki tabutodalarından birinde iki yıl inanılmaz fiziksel işkence altında geçirmiştir. Sonrası? Sonrası yedi yıl mahkûmiyet, ardından iki buçuk yıl sürgün. Sonrası? Hep işsizlik, yoksulluk, yalnızlık, hastalık... Tıpkı benzer baskılara uğramış kuşakdaşı Ahmed Arif gibi, Enver Gökçe’nin şiirlerinin de basılıp gün yüzüne çıkması yıllar sonra olmuştur. 70’li yıllarda ancak şiirleri basılabilir. Önce “Dost Dost İlle Kavga”, sonra “Panzerler Üstümüze Kalkar” kitapları. Cezaevinde yazılıp dışarıya gönderilmiş, “Yusuf ile Balaban” destanı ise kaybolup gitmiş. Kendi gitmiş adı kalmış yadigâr. 1951 Tevkifatı, o denli silinmez izler bırakmıştır ki şair üzerinde, 1977’de kendisiyle yapılan bir konuşmada da, “Ömrüm vefa ederse, bundan sonra 951 Tevkifatı’nın destanını yazacağım” demiştir. Gördüğü işkenceler sonucu Enver Gökçe’nin bedeni erken yaşta pes etti. Erzincan’ın Çit köyünde başlayan yaşamı Ankara’da bir huzurevinde sona erdi. Güray Öz, “halk denilen ağır mağmanın” bir sözcüsü olarak görüyor Onu, “taşıdığı ateşi dönüp dönüp hatırlatan…” 