Emeğin Sanatı 161. Sayı
Öyle bir dünyadır ki bu, sanki bir cezaevi hücresi değil, bütün dünyaya açık bir özgün
üniversite kampusudur. Bir köşesinde Balaban resim yapmayı öğrenir, bir köşesinde Orhan
Kemal Fransızca çalışır, bir köşesinde ortak ihtiyaçlar için iplikler bulunup kumaşlar dokunur,
bir köşesinde çağın en büyük yapıtlarından “Memleketimden İnsan Manzaraları” yazılır, bir
köşesinde mektuplarla çocukluktan gençliğe geçmekte olan Memet Fuat yetiştirilir, bir
köşesinde yeryüzünde bulunabilecek en vefalı sevgili Piraye’ye benzersiz lirik şiirler yazılır, bir
köşesinde duvara asılı bir harita üzerinden İkinci Dünya Savaşı’nın gelişimi izlenir, Fransa’da
kurşuna dizilen Gabriel Peri için üzülünür, Aragon’un “Mutlu Aşk Yoktur”u okunur, Tolstoy’un
“Savaş ve Barış”ı Türkçeye çevrilir, oyunlar, senaryolar yazılır.
“Dünyadan memleketinden insandan/ umudun kesik değil diye/ atılırsan içeriye/ yatarsan on
yıl on beş yıl/ daha da yatacağından başka” orayı kendine benzetebilirsin. Çünkü bir
devrimcinin olduğu her yerde devrim süreci ilerlemektedir.
Nâzım Hikmet bize, içinde bulunduğumuz koşullar ne olursa olsun, her durumda yalnızca
gerçeği söylememiz gerektiğini hatırlatır. Yalansız bir dünyayı ancak dürüstlükle
kurabileceğimizi gösterir.
Komünizmin yasalarla yasaklandığı bir ülkede, düşüncelerini açıkça savunabilmesi, yargıçların
karşısında “Ben komünistim” diyerek kendini yüreklice ortaya koyması bu dürüst tutumun bir
göstergesidir.[26] Hepimize yol gösterir.
Hızla devam edersek, karşımıza “beni yiğitler götürür/ katlarına/ sevda ile varılan/yiğitler ki,/
dillerini tükürmüş/ yiğitler ki,/ hâyaları burulan,” diye haykıran TKP’li Kürt Ahmed Arif dikilir.
Hani “Hasretinden prangalar eskittim” diyen; kalbi dinamit kuyusu olan. Kendi deyişiyle
‘Halkının mazlum ve gariban şairi’ Ahmed Arif…,
Haziran 1991’de kaybettik Onu. Ama O’nun şiiri zulasında sevdasıyla volta atmaktadır hâlâ
namus bildiği yolda...
Türkiye şiir geleneğinde hapishanede şiir yazma ve edebiyat yapma çok eskilere dayansa da
bu izleği görünür hâle getiren Nâzım Hikmet’tir. Bu süreç bir süre sonraki 40 kuşağı şairleriyle
doruğa çıkmış bir duyarlıktır. Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Niyazi Akıncıoğlu, Enver
Gökçe, Ahmed Arif, Arif Damar gibi isimler bu duyarlığı işleyen şairlerin başında gelir. Ama
denilebilir ki hiçbir şair, Ahmed Arif ve şiiri kadar mahpushaneye ilişkin değildir. İster
hapishane desin, ister mahpushane, zindan, içeri ya da dört duvar...
Mahpushane onun için ‘Makamı Yusuf’tur... Bu makam tıpkı Hz.Yusuf’ta olduğu gibi bir
medrese, bir okul gibidir... Nefsin terbiye edildiği bir mekândır. Kendini imaja aldığı; kendini
sınadığı, tarttığı, yüzleştiği ve hesaplaştığı yerdir. Bu yüzden aşkındır ve yattığı ranza,
Muhammed ve İsa derecesinde kutsaldır.
Ahmed Arif’te mahpushane imgesi mahpusluğun tüm hâllerini kapsayan bir imgedir. Ondaki
‘ben’, yani çile çeken, direnen özne sadece birinci tekil şahısla sınırlı kalmayan bir tikelliktir.
Eyleyen özne, ‘sen’e, ‘o’na, ‘siz’e ve ‘onlar’a uzanabilen bir zenginliktedir. Bir karanfil
naifliğinde, bir Munzur öfkesinde, bir dolu sigara dumanındadır. Reel olduğu kadar düşseldir
de... Mahpusluk dört duvarla sınırlı bir hâl değildir. Çok geniş bir mekâna dönüşebilmektedir.
Şair uzun yolculuklara çıkabilmekte, dere tepe gezebilmektedir. Bazen Altındağ’da, bazen
Diyarbekir’dedir. Ufuk geniştir, tekmil ufuklardır. Dört yön, on altı rüzgâr, yedi iklim, beş
kıtadır: “Şafakları ben balığa çıkarım/ Akan akmayan sularda/ Benim, bütün tezgâhlarda pay-