Emeğin Sanatı 161. Sayı
Kolay mı? Her devrimci sanatçı yetkin bir sanatsal görüye ulaşmış kişidir. Bu da ancak
felsefenin sağlayacağı bakış açısıyla olasıdır. Her sanatçı kendi koşulları içinde filozoftur.
Yani “Sanatçı olabilmek için yaşantıyı yakalayıp tutmak, onu belleğe, belleği anlatıma, gereçleri
biçime dönüştürmek gerekir. Duyuş her şey değildir sanatçı için; işini bilip sevmesi, bütün
kurallarını, inceliklerini, biçimlerini, yöntemlerini tanıması, böylece de hırçın doğayı uysallaştırıp
sanatın bağıtlarına uydurması gerekir. Sözde sanatçıyı tüketen tutku, gerçek sanatçının
yardımcısı olur: sanatçı çıldırmış canavara boyun eğmez, onu evcilleştirir,”[6] Ernst Fischer’in
ifadesiyle…
Evet sanatta estetik kaygı olmalıdır. Çünkü o, somut gerçeklikten farklı bir gerçeklik anlayışına
sahip kavramdır.
‘Ertesi Günce’ başlıklı yapıtında “Sanat ne işe yarar?” sorusuna, İlhan Mimaroğlu’nun, “İşe
yaramaktan ne anlaşıldığına bağlıysa da, sanatın hiçbir işe yaramadığı, hiçbir iş görmediği
doğru değildir. Sanat alınır, satılır. Sanat zenginleştirir, yoksullaştırır. Alçaltır, yükseltir. İş
buldurur, işsiz bıraktırır. Yüze güldürür, arkadan vurdurur. Kiminin heykelini diktirir, kiminin
mezar taşını bile yok eder,”[7] diye betimlediği sanat yakılıp, yıkılan olduğu kadar direnen ve
başkaldırandır da...
Sanat direnmektir/ başkaldırmaktır, direnmek/ başkaldırmak da sanatın bizatihi kendisidir.
Bize şarkılar söylüyorlar, içinde biz yoksak; o ne şarkı ne de müzik sanatıdır!
Bize, bizsiz filmler yapıyorlarsa; ne o film ne de sinema sanatıdır!
Bize oyunlar sahneliyor, sergiler açıyor, şiirler, romanlar yazıyorlar, ama bizden azade ve içinde
bizim hikâyemiz/ gerçeğimiz yoksa; yaptıkları bizi daha da görünmez kılmak içinse; buna sanat
değil; egemen -kara- propaganda denir!
“İyi de biz kimiz” mi?
Biz bu dünyanın yoksulları, ezilenleri, sömürülenleriyiz…
Biz, adına “halk” denenleriz…
Tam da bu noktada sözü, ‘Direnişte Sanat Kolektifi’nin, 25 Haziran 2011 tarihli Ankara’daki
açıklamasına bırakmakta yarar var:
“Sanatçı, halktan başka biri değildir. Sanat hep halkın ürünüydü ve boynumuzdan piyasanın
boyunduruğu, sırtımızdan sömürenlerin ağırlığı söküldüğü zaman, yine bütün varlığıyla sadece
halkın olacak. Bizim olacak…
Belleğimizde Şili diktatörlerine “Venceremos/ Kazanacağız” haykırışıyla ölen sanatçı Victor
Jara’nın sözü var: “Halka inilmez, çıkılır.” Biz daha ötesini söylüyoruz: biz halk basamağında
duruyoruz, üstümüzde göğün özgür ufukları, altımızda sömürenler ve taraftarları var. İnecek
yerimiz yok ve çıkacak tek yerimiz var: insanın insanı sömürmediği bir dünya.”
Tam da Enver Gökçe’nin ifade ettiği gibi, “Bir sanatçının, doğru devrimci bir yönde birşeyler
verebilmesi, yansıtabilmesi için pratik ile teori arasındaki birliği daima göz önünde tutması
gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabilir. Hatta
sanatta, bilinci ve duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç, ne salt duyarlık tek
başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir
görüş açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı, insanımıza yaşanılabilecek bir hâle
getirebilmek için şiiri ve sanatı, sosyo-politik bir mücadelenin tamamlayıcı araçları olarak
görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında asıl mesele insanın bir bütün hâlinde kavranılması ve
bütünselliğin dile getirilmesidir. Sadece namuslu olmak da yetmez. Sonuna kadar hem namus-