Yine daktiloya bir samanlı kâğıt
taktı, yine daktilonun tuşlarına
çat çut diye vurdu, yine sert bir
hareketle çekip aldı, buruşturup
attı.
Oyunu anlamaya başlamıştım.
Adam bir yazardı ve bir eser
yazmaya çalışıyor ama ilham
gelmiyordu. Tam geliyor, yüzünü
yarım gösterip ‘ciii’ ediyor ama
yazmaya başlayınca uçup
gidiyordu. Hain ilham,
neredesin, geldinse birkaç kere
vur!
Tabii sonra öğrendim şehrimize
bir tiyatro gelmiş, tiyatro da
sahnede oynanan oyunmuş.
Gelen
Abdullah Kars’mış ve oyunun
adı da ‘Yazılamayan Eser’miş…
Ve bu benim hayatımda
izlediğim ilk oyun, ilk tiyatro ve
ilk sanatçıydı…
Oyunu Abdullah Kars, bir Hac
parasına Hekimoğlu İsmail’e
yazdırmış, sonra da hikâyeyi
tiyatroya uyarlamıştı. O parayı
bana verseydi, ben Osman
amcanın eşeğinin hikâyesini
yazardım hem
ilham gelir, aksiyonu bol olduğu
için izleyenlerin heyecanı da
doruğa çıkardı.
O gün karar verdim, ben
ilhamımı hep yanımda
taşıyacaktım. İlhamın keyfini
bekleyecek
değildim.
Ne o şımartmışlar ilhamı,
neredeyse başlarına çıkacak.
Geleceksen gel kardeşim, ne
nazlanıp duruyorsun?
Oyundan pek bir şey
anlamamıştım. Çünkü oyunun
tümünü izleme şansı
bulamamıştım. Ama
izlediğim kadarıyla oyun bana
iyi bir ders vermiş, ufkumu
açmıştı.
Bir gün yazar olacaktım ve o
gün ben ilhamın keyfini
beklemeyecektim. Yanımdan
ayırmayacak ve çok güzel
hikâyeler yazacaktım ama asla
bir daha Osman amcanın
eşeğini bir yalanla
alıp, şehri turlamayacaktım.
Bana olan sevgiyi
sömürmeyecektim!
İşte bunu bir daha
yapmayacaktım, çok ayıptı…
Dediklerimin çoğunu yaptım. İyi
hikâyeler yazma kısmını halen
devam ediyorum. Bir gün iyi
bir hikâye yazarsam, siz de iyi
bir hikâye okumuş olacaksınız
ama o gün ya ben
olmayacağım ya siz!
47