Konuyu en çarpıcı şekilde izah etmek için anlatacağım;
Üniversiteyi kazandığımda 19’umdaydım. Yazın yapılan
Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) sonrasında,
yetiştiremediği sorular için ağlayıp okul bahçesinde
bekleyen anne babasının boynuna sarılan o kadar
çok er oğlu er vardı ki… Hiç unutamadım o sahneleri.
(Öğrencilerin üzerindeki baskıdan, sistemin
zafiyetinden vesaire konulardan bahsetmiyorum.)
Hâlbuki o kadar çok kitap okuduk, o kadar belde
gezdik, o kadar bilgi topladık zihnimizde. On dokuz
yaşındaydık ve resmen paramparça oluyorduk,
yıkılıyorduk. Suç bizde değildi ama ne kadar zayıftık. Şu
“şart” olan eğitim mi bizi bu hale getirmişti
yoksa zamanenin tabiatı mıydı “aklımızı yenen”
bilmiyorum. Netice ortadaydı.
Hazreti Fatih, Konstantiniyye’yi fethetmek üzere Osmanlı
tahtına ikinci defa kurulduğunda on
dokuzundaydı. Şimdi mantık hatası yaptığımıza dair itiraz
sesleri yükseliyor zihinlerden. “Ama o günün
şartları ile bugünün şartları bir değil; hem o zaten devlet
işleri içinde yetişmiş, ald ığı eğitim çok
ayrıcalıklı… Biz havuz problemleriyle, üçgenin iç
açılarıyla uğraştık! Şimdi böyleyken İstanbul’u
fethetmekten bahsetmek saçma bir kıyas olmaz mı?”
vesaire… Hayır hayır! Konstantiniyye’yi
fethetmekten bahsetmiyorum; kendimizi fethetmekten
bahsediyorum.
Onlar bir nesildi, çiftçisinden Hünkâr’ına, müderrisinden
esnafına kadar her biri bir nesildi; geldi geçti.
Sülûku, yani mesleği ne olursa olsun; her biri kendi
“fethine” mazhar olma gayretindeydi. İşte
mevzunun koptuğu nokta tam burası...
25