Dilhâne Mayıs Sayısı MAYIS Sayısı (1) | Page 25

Konuyu en çarpıcı şekilde izah etmek için anlatacağım; Üniversiteyi kazandığımda 19’umdaydım. Yazın yapılan Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) sonrasında, yetiştiremediği sorular için ağlayıp okul bahçesinde bekleyen anne babasının boynuna sarılan o kadar çok er oğlu er vardı ki… Hiç unutamadım o sahneleri. (Öğrencilerin üzerindeki baskıdan, sistemin zafiyetinden vesaire konulardan bahsetmiyorum.) Hâlbuki o kadar çok kitap okuduk, o kadar belde gezdik, o kadar bilgi topladık zihnimizde. On dokuz yaşındaydık ve resmen paramparça oluyorduk, yıkılıyorduk. Suç bizde değildi ama ne kadar zayıftık. Şu “şart” olan eğitim mi bizi bu hale getirmişti yoksa zamanenin tabiatı mıydı “aklımızı yenen” bilmiyorum. Netice ortadaydı. Hazreti Fatih, Konstantiniyye’yi fethetmek üzere Osmanlı tahtına ikinci defa kurulduğunda on dokuzundaydı. Şimdi mantık hatası yaptığımıza dair itiraz sesleri yükseliyor zihinlerden. “Ama o günün şartları ile bugünün şartları bir değil; hem o zaten devlet işleri içinde yetişmiş, ald ığı eğitim çok ayrıcalıklı… Biz havuz problemleriyle, üçgenin iç açılarıyla uğraştık! Şimdi böyleyken İstanbul’u fethetmekten bahsetmek saçma bir kıyas olmaz mı?” vesaire… Hayır hayır! Konstantiniyye’yi fethetmekten bahsetmiyorum; kendimizi fethetmekten bahsediyorum. Onlar bir nesildi, çiftçisinden Hünkâr’ına, müderrisinden esnafına kadar her biri bir nesildi; geldi geçti. Sülûku, yani mesleği ne olursa olsun; her biri kendi “fethine” mazhar olma gayretindeydi. İşte mevzunun koptuğu nokta tam burası... 25