M. YASİN ÜSTÜN
Doru renkli at, yaralı sahibinin
kanıyla kızıla boyanırken
saatlerdir sonsuz kum
deryasında savruluyordu.
Tepelerinde güneş bir mızrak
boyu, cengâver ise hâlâ yarı
baygın haldeydi. Nihayet atın
da takati kesilince bir kum
tepeciğinin eteğine yığıldılar.
Zaman çölde ağını hızla örünce
güneş de kızıla kesti. Doğu
cihetinden esen bir rüzgârla
cengâver biraz kendine gelip
hâline bakınca sağ kolundan
ve bacağından okla
vurulduğunu gördü. Sonra o
korkunç cenk meydanını
hatırladı. Bin kişiye karşı sadece
yetmiş kişiydiler. Buna rağmen
yiğitçe dövüşmüşlerdi ve ona
kimsenin bir metreden fazla
yaklaşamadığını gören hilekâr
düşman da ancak uzaktan
okla vurabilmişti. Neticede işte
burada, Sistan Çölü’nün
meçhul bir yerinde ve ağır
yaralı hâldeydi. Yorgun
bakışlarını ufka çevirip ümitsizce
bir şeyler aradı etrafta; bir
karaltı, bir silüete de razıydı.
Yok… Dönüp göğü gözledi,
bulut yok, rüzgârların
uğultusuna kulak verdi, ses
yok… Çöl büsbütün sessizliğe
gömülmüş, tarihin seyrini
değiştirecek bu anı
kaçırmamak için pür dikkat
kesilmişti. Vakti geçtiği hâlde
güneş dahi sanki artık batmıyor
ve onu izliyordu. Cengâver
başını eğip bakışlarını önünde
gezdirirken yeniden daldı efkâr
deryasına. Pekiyi yetişmiş, mahir
bir savaşçı olduğunun
farkındaydı ancak belli ki ayağı
artık aksayacak, eli kılıç
tutamayacaktı. Oysa henüz
yirmi beşini yeni devirmiş ve
kutlu bir yola baş koyup Hakk’a
hizmete and içmişti.
Bu davada Allah’tan sonra en
büyük destekçisi bileğinin
kudretinin kendisini çok erken
terk ettiğini düşününce içi
ürperdi, derununa dönüp çıkar
bir yol aradı. Çocukluk ve
gençlik yıllarında, babası
Muhammed Taragay’ın dostu
olan pek çok âlimden çeşitli
dallarda ilimler tahsil ettiği
dersleri düşündü, hocalarının
nasihatlerini zihninde evirdi
çevirdi… Galiba artık vücudu
gibi zihni de bitkin düşmüştü ve
bulanık bir sudan farksızdı.
Zorlamayı bırakıp çaresizliği
kabullendi, kalbini ye’is bürüdü.
Dünyayı Değiştiren Karınca